29.12.10
bizdeki de kafa
Kafaya taka taka askılarda yer kalmadı, kışlıkların indiği yerler desen yazlık dertlerle dolu, orası hiç olmaz. Zaten hafızam 512Mb bir şey, az evvel dinlediğim şarkıyı previous tuşu olmasa hatırlayamayacak vaziyetteyim, o yüzden kendimi çabucak buraya attım. Dert diyorduk: Bir şekilde bir arkadaşımın inbox'ına yolum düştü, düşmekle kalmadı bir tane mesajından içeri destursuz girdi. Girmez olaydı. Aşk acısı dinlemenin bir nebze tahammül edilebilir bir tarafı var, sonuçta anlatıcının kabiliyeti ölçüsünde de olsa bir hikaye dinliyorsunuz, yani sağından solundan süsleyerek anlatıyor, tercihen kendini başrol yapıp ona göre oynatıyor. Ancak inbox'a girince bir de ne göreyim? Bizimkisi özünde vıcık vıcık bir hâletiruhiyeyi bana aslına hiç de sadık kalmayarak dizileştirmiş. Tamam, hissi manada birtakım iniş çıkışları hepimiz yaşıyoruz, eyvallah. Hatta, aman diyeyim, platoniğe olan sarsılmaz inancımdan bahsetmemem öyle bir inancım olmadığı anlamına gelmesin. Ancak 26 Aralık tarihli bir zamanların new post'unda da bahsettiğim IQ'mla eylemsizlik prensibini anca "hisset ama elletme" olarak yorumluyorum. Yani bana öyle geliyor ki karşı taraftan bir kıvılcım görmedin mi çakmağa gaz doldurmanın bir manası yok. Lakin gel gör ki yukarıda bahsettiğim o rus bu edebiyatçısının yaptığı bunun tam tersi, zaten literatürde de sülük diye geçiyor. E Cüneyt bu durur mu, bunu dert ediyor.
Göt nahiyesinde birtakım büyümeler hissediyorum. İyisi mi ben gideyim.
26.12.10
EQlay.ne
Google Reader'a girdiğim çok oluyor, ama daha işin reader kısmına gelmeden 'mark all as read' refleksim devreye giriyor, bir arkadaşa bakıp çıkmak gibi. Kötü. Ama Ipod'un Reader'ına istiflediğim bir blog var, onun o 148 yazısını en az çarpı üç kere okudum, o kadar doyamıyorum yani. Geçenlerde yine son yazısına geldim, "no more items to read" dedi mendebur, kötü oldum. Buraya benim o bloga gittiğim kadar sık gelen olmuyordur ama geleni de boş yollamamak lazım, bize yakışmaz. Geleyim, iki kelam edeyim dedim. IQ, EQ bahane.
Gerçi o 'no more items to read' ikazının hemen altında "go home" teklifi de vardı. İstesem eve mi götürecek yani beni? Külliyen yalan. Ben Ipod'umu çok mu ciddiye alıyorum, EQ'dan olacak zaar, çok mu alınıyorum? IQ'yu lisede bitirdim ÖSS ile, EQ bitmese bari.
24.11.10
selfish jeans
5.11.10
kulak hakkı
Teki bozulan kulaklığa tahammül etmek, melih'le bir kez olsun ayarında demleyemediğimiz çayları içerken bir yandan da bitse de kurtulsak diye dua ettiğimiz gibi, ama olmaz dökemeyiz biz öğrenciyiz diye kendimize tembihlemişiz gibi. Ne eksik ne fazla. Biz ki üç gram çaya kıyamayan adamlarız, kulaklığın teki bozuldu muydu mümkün değil bir kalemde silelim ya da daha da ileri gidip kalemini kıralım. Bir süre ısrar ediyorum, ipod'u ısrarkeş ediyorum, dur yahu şaka ediyorum. Elim kulaklığın ipod'la birleştiği yerde, o doğru, çalışmayan sağ kulaklığın hizaya gelip bağırmaya başladığı açıyı yakalayana kadar uğraşıyorum. O ara sol kulaklıkta ne çalıyormuş, oha Coldplay yeni albüm için stüdyoya mı girmiş, vay efendim Decemberists'in Down by the Water'ı çok mu iyiymiş, anam Sezen Aksu'nun böyle bir şarkısı da mı varmış, hiçbirini düşünemiyorum. Sonra hah kulaklık çalıştı oluyor, Coldplay stüdyoda oh mis, zaten Down by the Water da canısı, Sezen Aksu'nun böyl - HOOP - sağ kulaklık yine gidiyor. O beş saniyede ne kadar düşünebildimse artık, gerisi iman gevremesi, başka hiçbir şey değil.
Kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmezmiş, ama bana sanki ben bu kulaklık mevzusuyla başa çıkamıyormuşum gibi geliyor, yanlış mıyım? Tabi bir de yanlışlıkla açtığım outlook express'ler var, yanlışım.
28.10.10
justification of effort
Liseye gidişimi bilirim, ilçenin en iyi okuluna gidebiliyordum ama evin karşısındaki liseyi yazmıştım sırf üşengeçliğimden, annemlere de “evde durumlar kötü uzağa gidip size yük olmayayım.” cinsinden bir bahane, annemin gözler de durur mu hemen gözpınarı köyü. Hadi diyelim lisede geç gelen saadet partisi kararımı bı nebze makul kıldı, ve fakat en yakın arkadaşlarım eşit ağırlık seçti diye müdür yardımcısına "şuradan da bi TM alır mısınız" deyişim? Sizden yana kafam rahat, bir ihtimal kendi abesliklerinizden hareketle bana ses çıkarmazsanız, ama benim lisenin daha başlarında küçük kafalılığımla “Tekstil mühendisliği okuyacağım.” diye ortalıkta dolaşmam hiçbir yerde olmasa ahiret mülakatında önüme gelir. Gelmeli de...
Olur ya kararsızlığımdan eşit ağırlık seçmemi de mazur görürüz, ama yetmezmiş gibi son sene başka bir okula en az Keita'nin Katar'a gitmesi kadar ani bir şekilde transferim ve sonra da mütemadi olmak kaydıyla mızmam? O da mı az farkla aut? Üç korner? Bi penaltı? Peki, sustum...
(Son bi soru: Acaba Keita da pişman mıdır haaakem bey?)
Bunlardan sonra da ÖSS, iktisat, academic track, matematik yandalı gibi şaibeli kararlarım geliyor, lakin uzun yazının reytingi yavan olur diye teğet geçiyorum.
İyisi mı baştaki his ve senedine geleyim de suni flaşbek olsun, bloga bir nebze renk gelsin. Öyle insan var ki leb desen sana planlarını "yaz tatilinde ne yaptım?" kompozisyonu gibi şakır şakır yazar. Öylesi var ki uzakta bir yeri gözüne kestirmiş, gözlerini de kısmış ama benim gibi miyopluğundan da değil halis muhlis “sağa sola baksam israf olur.” niyetiyle, nasıl içim gidiyor böylesini görünce. Ufacık bi şey yakalasam açıklamalarında diyorum, minicik bir samimiyetsizlik, onun peşine takılıp
istediğinin o olmadığına ikna etmek için ne gerekirse yapacağım. Öylesine bir kıskançlık ki bu anlatamam. Bi saniye ya, nasıl anlatamam? E o zaman? Bastan beri lafı buna mı getiriyorum yani? Anlatamazmışım...
16.10.10
çoktan seçmemeliler
Bence zaten hayat, en azından sözkonusu bensem, alışveriş listesi gibi bir şey olmalı. Elime bir kağıt tutuşturulmalı, o kağıtta şunu şunu yap, şunu şunu al demeli, ben de buna harfiyen uymalıyım. Zira diğer türlüsü en kötü karardan da kötü. Bir de orada burada duyuyorum da duymazdan geliyorum. Ama eğer hakikaten doğanın doğal seleksiyon diye bir kabiliyeti varsa ve ben böyle bir inovasyondan yararlanamıyorsam alacağı olsun. Saçımda yedi beyaz varsa altısı kararsızlıktan, biri de yeni çıktı matematik yandalı yaptığımdan olacak zaar.
27.9.10
namusu bunca iş arasında aramak
bu da böyle bir siftah olsun.
6.6.10
aşk-ı memnun
“Devam et ama nostaljinin son ucu melânkolidir.” demiş Orhan Okay, Nazan Bekiroğlu’na bir mektubunda. Biraz nostalji iyi, hatta bazı bazı melânkoli de güzel; ama bunun da bir dozu olmalı, günde iki kez birer kaşık gibi mesela. Daha fazlasına maruz kalındığında söz konusu yan etkilerin mesuliyetini kimse kabul etmemeli. Hatta aynı şekilde Bon Iver bile reçeteyle dinletilmeli, For Emma mesela yatmadan önce tok karnına bir kere. Çünkü şu ikinci dinleyişim ve iyi şeyler hissetmiyorum.
18.5.10
muhtelif olsa da olur olmasa da olur
muhtelif olmayan sebepler
7.4.10
derdime çare baytarım yok
Malumumuz, -muz diyorum zira kimsenin tutup bizim okulun haberlerini takip edecek hali yok- bu seneki Mayfest’te Bengü, Murat Boz ve Manga’nın sahne alacağına dair bir söylentidir aldı yürüdü. Dereyi görmeden şorta kapriye sarılmanın akıl kârı olmadığının farkındayım. Ve fakat söylenti de olsa bir mevzuuyla ilgili ileri geri konuşmanın verdiği hazzı hiçbir şeyde bulamıyorum, elimde değil. O yüzden tekrar af buyrun.
Bengü ile ilgili ne kadar konuşsak da durmak bilmeyeceğini, onu durdurmak için Serdar Ortaç’ı durdurmamız gerektiğini biliyorum. Üstelik ne kadar eleştirirsek eleştirelim; söz konusu sınavlara müteakip bir Cuma gecesi dışarı çıkmasıysa veyahut dünyanın en tırto bir yılbaşı eğlencesiyse, muhtemelen gidilen çoğu mekânda ilk yardımımıza koşan o. Bir de buna oda arkadaşımın bitmek tükenmek bilmeyen Bengü aşkını ekleyince kendisi ucuz da olsa kurtulmuş sayılıyor (Af buyur Eralp, seni de açık ettim). Bir diğer meslektaşı Murat Boz ise onun kadar şanslı değil, antipatim taa kendisine üfleyen arkadaşlarımıza püflediğimiz yıllara kadar gider. Aradaki albümlerini, şarkılarını bir şekilde görmezden gelirim de, La Fontaine’ci çocuğun klibine “Genç arkadaşımıza yardımcı olmak boynumuz borcu” minvalli bir açıklamayla sırf ekranda görünmüş olmak için musallat olduğu günden beri nazarımda etkisiz elemandır. Manga içinse durum biraz daha umut vaat edici; zira kardeşimin yeryüzündeki en sevdiği grubu ne kadar sevmeyebilirim ki?( Tabi on yaşındaki çocukların sevgilisi olmanın sadece Keremcem’e has bir başarı indikatörü olduğunu düşünürsek Manga’nın aslen ağlanacak haline gülüyoruz.) Bundan üç hafta kadar sonra muhtemelen elimde bu üç konserin de bileti olacak, çünkü kimse kusura bakmasın ama “Koskoca Mayfest’te bi konsere bile gitmedi.” dedirtmem kendime. Ama bütün şarkılar çalışmadığım yerlerden çıkacağı için Ankara’ya varır varmaz çalışmaya başlamamda fayda var. Hatta Manga'ya hazır İzmir'deyken kardeşimle çalışsam kimsenin gıkı çıkmaz. Bengü'yü Eralp'le hallederiz, hallederiz derken çalışırız; Murat Boz ise son gece sabahlanmalık, öbür türlü namümkün.
Neyse, velhasılıkelam, iktisat serüvenim yeterince can sıkıcı değilmiş gibi bir de reva görüldüğümüz isimler bunlar olunca soluğu burada aldım. Tabi hata bende de olabilir. Son zamanlarda yanlış grupları dinliyor, yanlış kitapları okuyor, yanlış insanlarla geziyor olabilirim. Ama ya öyle değilse? Ya gerçekten şu üç isim bizim okulun vitrinine tamam da iklimine ııh, hitap etmiyorsa? Ya da belki bütün bunlar shuffle’da art arda Eleanor Rigby, Strawberry Fields ve Ob-la-di Ob-la-da çalmasıyla alakalı. Hepsi birkaç saliselik galeyandan ibaret belki, kim bilir? Zaten bu da dert edilecek şey mi değil mi? Ama işte “herkesin kederi gailesi boyunca.” Af buyrun. Öperim.
6.4.10
öyle.
22.3.10
kariyer.ne
Mevzubahis araştırma, kişisel gelişime yürekten inanan nice Türk genci için küçük çaplı bir 'kendine dev aynasında değil boy aynasında bi bak'ma seansı. Zira evet, biz de-jenerasyonum olarak masa başı işleri sevmekten utanırız, ama bundan utanmaktan utanmayız. Google görsellerinde Google ofisini aratmak da yine bize has bir özellik, bu da doğru. Rengarenk masalar, armut koltuklar, sanki her üç kafeden ikisinde yeterince yokmuşçasına armut koltuklar, minimalist tavırlar, bilmemneler; hepsinden alabildiğine var hamurumuzda. Öte yandan kendimize güvenimiz X kuşağının kendisine güvenini yerle bir eder, her Türkün hem asker hem marketingci doğacağına inanırız, iş başvurularımızı da zaten buna göre yaparız. Finans mı? O da neymiş? İki ayda bir ikramiyesi olmayan işyerinde çalışmak diye bir şey insan haklarına aykırıdır nazarımızda. Ha bir de sosyal ağlar bizden sorulur. Hatta bütün bu sorular formspring.me’de sorulur, o derece. Formspring.me’de sorulamayanlarsa msn konferanslarının laf aralarında kaynar gider. Sigara molalarının, kapı çarpmaların, çarpan kapıya yetişmelerin, başkana zorla yetişmelerin, bir yetişkin olmadan yetişmelerin, ha bi de güya tarafsız olmaların sebebiyet verdiği o hengamede kaybolur gider.
Biz, Y kuşağı olarak, aralıksız gülmenin iyilik olarak addedilmesinde bir beis görmüyoruz. Bunun bir ‘zero-sum game’ olduğu gerçeğini GPE derslerinin teoride kalan tespitlerinden öteye taşıyamıyoruz. “Ya ama olsun, öyle deme”li, artık hümanizmanın yeryüzündeki son temsilcileri annelerimizden bile duyamayacağımız repliklerin biz henüz lise yıllarındayken kabak tadı verdiğini unutuyoruz. Ne oluyorsa oluyor, ve böyle, oturduğumuz yerden, kahvehane köşesinden mesela, ya da çalışma masasından, çift kişilik yatağımızdan, hiç olmadı EGO kuyruğundan, konuşarak dünyayı kötü olduğunu düşündüğümüz adamlardan kurtarabileceğimize inanıyoruz. Kötü olduğunu düşündüğümüz adamın boşalan koltuğuna oturmak içinse gün sayıyoruz. Ama onu karıştırmayın şimdi, o ad hominem bize göre.
Sonra neden insan sevemiyorsun oluyor? Neden mütemadiyen gerginsin? Niye bıraktın ya kulübü, iyiydik? Niye mesela orada herkes geyik yaparken senin basiretin bağlandı?
Bizim jenerasyonun kariyerle imtihanı...
8.3.10
Milliyetçi Düşünce Kulübü.
Bir İngiliz için fazla esmerim. Bir Alman'a göreyse fazla çelimsizim. Zaten aksanım bir Amerikalınınkinin yanına bile yaklaşamaz. Sonra kemerli burnum, düşük omuzlarım, hakeza özgüvenim. Oturup Türklüğümü yere göğe sığdıramamak, Türkün Türkten başka dostu olması ihtimalini istatistikî olmayan verilerle kanıtlamaya çalışmak sanırım tek çıkar yol. Ama aynı Türklüğün kıyısından köşesinden bir yerine yabancı öğrencinin kaşına gözüne hayranlığı, elini omuzuna koyma sevdasını, onunla yurda kadar yürümek için can atmayı da iliştirmekte fayda var. Zira böylelikle ben ve benim gibi bir sürü akranımı aynı çatı altında toplamak mümkün. Ardından yakıp sabun yapmaksa en az askerlik kadar kutsal bir görev. Ya da toplamakla uğraşmak zor gelirse daha kolayı da var, exchange office diye bi şey kurarsınız, abazanov kardeşler zaten soluğu orada alırlar. Hal böyle olunca gelecek yıl bu vakitler Portekiz’de olabilecekken olmama ihtimalim çok yüksek, çok istatistikî. Işıl'ın Milliyetçi Düşünce Topluluğu'na üye olmayı talep etmesiyse abesle iştigal.
30.1.10
başka dilde aşk: love diye biliyorum ama sen bak yine de.
***
Türkçe'ye hakimiyetimizden sual olunmaz, olunacağı an kavga çıkarırız, kana gövdeyi götürtürüz. Ama ben ve benim gibi nice genç, GPA kaygısından olacak zaar, Türkçe dersinde söz konusu kitap özetleri olunca Ekşisözlük entrylerine tamah etmiştir. Yine aynı kaygıda seçiciler, Çince'yi "piyasanın en çok rağbet gören dil derslerinden biri" payesine layık görmüşlerdir. Bütün o İspanyolca, Fransızca ve hatta Almanca sectionlarının çoğu benzer dünyevi kaygılardan ötürü daha ilk günden doldurulmuştur. Tabii ki at eti yemenin de bir bedeli var; bir süre sonra geriye sadece CV'ye yazılacak bir satır cümle, görünce anımsanacak üç beş kelime ve Transcript'teki birkaç kredi kalıyor. Bu yüzden aldığım dil derslerine dair bir beklentim yok, biliyorum ki dönem sonunda da ilk günkü mallığımı muhafaza ve müdafaa edeceğim. Ve işte sırf bu yüzden "Keşke Yiğit Bulut ve tartışmacı arkadaşları başka bir dilde aşka gelseler tartışırken." diyorum. Hangi dil olduğu hiç önemli değil, cidden. Zira ben her halükarda Fransız kalırım, tabiatımda var bu, Basic French aldığım halde.
22.1.10
Güme gittim gelicem.
Biyoloji, hukuk, mühendislik ve ekonomiyle kıyısından köşesinden alakadar 4 genç erkek olarak belki de en büyük ortak noktamız Teoman’a şarkı yazdıramayacak olmamız. Neyse ki egomuzu bundan etkilenmeyecek kadar serin yerlerde, Teoman gibilerin ulaşamayacağı kadar yüksek raflarda muhafaza ediyoruz. Dahası birkaç alengirli söz, biraz tatlı dil ve pek tabii birazcık da torpille Woody Allen’a filmimizi çektirebileceğimize inancımız da tam. Bizde süper kahramanlarda olması gereken her şey var. Hitabetimize diyecek yok. Konuşmalarımızın bir kısmında konu dönüp dolaşıp “formaldehit”e geliyor. Dark Knight izlerken uyuyakalıyoruz. Facebook’ta video paylaştığımızı görenin başına ödül koyduk. Avatar’ın kişisel bir mesele haline dönüşmesi sürecinde hakkımız ödenmez. Hakkı demişken de her Hakkı Devrim konusu açıldığında benzer demeçlerle kendisini yere göğe sığdıramıyoruz. Yabancılardan alıp geri veremediğimiz tek şey dizileri ve indie grupları. Kimi gruplarlaysa tek şarkılık münasebetlerimiz vaki. Söz konusu yabancılar olunca refleks olarak Türklüğümüzle övünüyoruz, sınav dönemlerinden ibaret olsa da çalışıyoruz da çok şükür, güvendi egoydu en başta değinmiştik zaten. Sözün özü 5e bölünüp 1parçası yenmiş elmadan geriye kalan dilimlerden bir farkımız yok. Yani aslen birbirimizden farkımız var ama yok; yani şöyle: hepimiz belirli aralıklarla hakkımızın yendiğini ya direkt olarak yüzünüze ya da kurgu içerisinde laf arasına yedirerek de olsa deyiveriyoruz. Aslında yanlış anlaşıldığımızdan, eskisi gibi olmadığınızdan dem vuruyoruz. Oysa albümleri bekledikleri ilgiyi görmeyince boku dinleyiciye atan U2’dan almamız gereken önemli bir ders var ve biz bunu ıskalıyoruz: Özeleştiri diye bir şey yoktur, varsa da ceketini almış gitmek üzeredir, gidecekse bırak gitsindir, dönmezse o zaten hiç senin olmamıştır. Sırf bu yaşanmışlıkla bile eminim ben ve benim gibi bir sürü blogger (evli ve bir çocuk sahibi olanlar dışındakiler), kişisel gelişime olan azıcık inancımızı da yitirdik. İnsanın dönüp kendine bir bakması diye bir şeyin ihtimali bile dökülecek çokça kana işarettir. Ama dedik ya, bir yaşanmışlıkla gidecekse o inancımız zaten hiç bizim olmamıştır. Hakeza sırf bir U2 mevzuuyla gaza gelip özeleştirinin ipini kaçıracak adam da değiliz. İçime serpilen suyun da etkisiyle rahatlıkla söyleyebilirim ki “ben bunları hak etmedim.”
17.1.10
ben bi bok yedim..
İkili ilişkilerdeki başarısı artık iyice sorgulanacak noktaya gelmiş biri olarak kendimle yüzleşeli beri çok radikalim; bunda Pınar Öğünç’ün de payı vardır belki, bilemeyeceğim. Küçük ama çok etkili olduğunu düşündüğüm kararlarımın arasında ipodumu kardeşime vermek de vardı, hatta belki tek kararım da oydu. Bu yolla hem onun bütün gün Manga dinlemesine olanak sağlayacaktım (10yaşındaki bir çocuk için Manga en değerli hazinedir.), hem de kendime insanlarla konuşmaya ayırabileceğim ekstra vakitler oluşturacaktım.
Dahası da vardı. İçine girdiğim bataklık sandığımdan da tehlikeliydi. Indie dedikleri müziğin bir ucundan bir ucuna zarar görmeden gidebilen yoktu. Etiketlerinde chamber pop yazan milyonlarca gruba karşı ben tektim ve bu adamlar yemiyor içmiyor albüm yapıyorlardı. O lise yıllarıma has cehaletin saadetinin milyonda birini Belle and Sebastian bile tattıramıyordu artık-ki onu da 500Days of Summer harcayacak olmuştu da zor kurtulmuştu. Belki The Decemberists vardı ama o da bugün var yarın yoktu. En nihayetinde ben bir karar vermiştim, ipodumu kardeşime verecektim, o gruplar oralarda bir yerlerde yine müzik yapmaya devam edeceklerdi ama benim umrumda olmayacaktı bunların hiçbiri. Sadece Alınan Dosyalarım’da birkaç arkadaş tavsiyesine yetecek kadar yerim kalacaktı.
9.1.10
üç, beş ve lafları.
A young girl was walking her dog one evening in the neighborhood. The weather was cold. She had her head buried in the hood of her coat. A car came up the hill, travelling at an easy pace in the left lane. Apart from the car in the right lane, slowly climbing the hill, there appeared no one out and about on this chilly night.
The car on the left slowly accelerated from 50, climbing up to 70, 80, 90 on this empty road, overtaking the one on the right. By the time the driver realized that there was someone in the middle of the road, it was too late to brake. The young girl and her dog were both hit by the car travelling at 90 km/hour. The impact threw the girl and the animal up into the air. Then they both fell, crashing down onto the sidewalk.
This is not an excerpt from a horror film. This is a true event which happened on the evening of December 17, 2009 at Bilkent University, on the road up from the main gates of Main Campus.
The dog is now dead. The young girl, in her teens, has been declared to be in a state of brain death, where she still breathes with the aid of a life support device. The medical authorities are waiting for the parents' decision to unplug the breathing unit.
What about the driver? How does one live with this destructive deed for the rest of one's life?
WHY does anyone have to speed? WHY is it not possible to ensure safe driving in a university where the best brains of the country come to receive the best quality education?
What is the answer, what do you think?
Okul gazetesinde böyle bir şey yayınlanıyor. Bazısı buna ulaşım biriminden bir haber der, ben yakarış demeyi yeğliyorum. Ardından Bilkent köprüsünde okul servisi kaza yapıyor, arkadaşımla beraber ödev yapma fikrinden çok daha önemli şeyler olduğunu fark ediyorum, onun sağlığı gibi. Virgülden sonra ufak bir manevrayla güzelim cümleyi devrikleştirmem konusunaysa hiç girmiyorum, görünmez kaza.
Ehliyetini bakkala borçlu bir babanın oğlu olarak araba sürmenin ne demek olduğuna dair edecek iki güzel lafım yok. Babamın da yok. Zaten teybini açıp içinde saatler geçirdiğim bir arabamız da yok. Öte yanda bir tepenin üzerine kurulu bir okulda, bisiklete binmenin Erasmuslu günlerin hayallerinde kaldığı, okul otoparklarıyla ilgili galerili esprilerin öğrencinin tek eğlencesi olduğu şu günlerde çevremdeki herkes, arabası olsun olmasın, ehliyet alıyor. Alıp da ne yapacaksınız bu kadar ehliyeti, siz de bilmiyorsunuz, birileri “al lazım olur” demiş bırakmış.
Trafikle ilgili neden Belirli Günler ve Haftalar kitapları dışında yerlerde de şiirler yok? Anlamıyorum. Mesela, Neyzen Tevfik veyahut o şiiri aslen yazan adam her kimdiyse, Be Hey Dürzü'nün bi yerine de trafiğe dair bi şey sıkıştırsaydı belki şu gün çok daha farklı lokasyonlarda olabilirdik. Lokasyon demişken, acaba dünyada da durum böyle mi merak ediyorum. Yurtdışına vizeyle pasaportla falan uğraşmaya üşendiğim için çıkmadığımdan televizyonda gördüğüm kadarıyla bir yorum yapabiliyorum dünya trafiği hakkında. Hırsız-polis kovalamacalarının ana haber bültenlerinin "böyle kovalamaca görülmedi" kısımlarında sıklıkla izlettirilmesi muhtemelen bize has bir şey. Şu günlerde Avatar'a hayran olmakla, James Cameron'a methiyeler düzmekle meşgul olan dünyanın gerizekalı kalanı sanmıyorum ki birbiri ardında koşuşturan arabalardan zevk alıyor olsun.
Evet, başkalarının dertleriyle dertlenmek “kalabalık yalnızlıklar”la boğuşan Ankara insanının yegane avuntusu. Onların ülkenin geri kalanındaki temsilciliklerindeyse durum çok daha vahim: Ankara’dan, İzmir’den, Mardin’den, Adana’dan kalkmış İstanbul trafiğini konuşuyor insanlar; bizzat gözlerimizle görüyoruz, ağzımızdan çıkanı duyuyoruz. Gerine gerine köprüde geçirdiğimiz vakitten, gideceğimiz yere kaç vesaitle anca gidebildiğimizden, iş saatine denk gelmenin cehennem azabından bahsediyoruz. Kraldan çok kralcılık da sanki salt bize has bi şeymiş gibi hissediyor böyle olunca insan.
Tüm bunların dışında, yurdum odasında aklını finallerle bozmuş benim içinse araba modifiye edilen oyunlar satranç kadar sıkıcı. İkisini de defaatle denedim ama olmadı. Ben zaten topluma taşımanın kutsallığına, kolektif şuurun bir gün elbet çıkıp geleceğine falan inanıyorum. Bi de bugün Can Dündar'ı gördük sinema kuyruğunda, Soul Kitchen'a girmedi, muhtemelen Yahşi Batı'ya girdi. Çok şükür hiç hissettirmedim ünlülüğünü, doya doya yaşatmadım o gururu, Londra’da salınıyormuş gibi hissettirdim adama yüzüne bile bakmayarak. Ama dua etsin yanında kadın vardı, yoksa bilirdim bozmasını “köşeden tırto tırto atıp tutması kolay mıymış?” diye. Bi de televizyonda şişman gözükmüyormuş, neyse o.
1.1.10
rakamlarla ikibindokuz.
Geçtiğimiz dönem itibariyle konsümır sörpılasıydı, pırodüğsır sörpılasıydı derken kendimi bir anda niptuck’tan aşina olduğum çıkar çatışmalarının arasında buldum. Ancak müstakbel bir ekonomist olarak bildiğim bir şey var ki o da “İKTİSAT ÇOK SIKICI YA TEORİLER ÜZERİNE KURULU Bİ DERS”. Zaten iktisat, bir işletmeci olarak Nazlı Yünileverli Olucak’ın bakış açısından bu denli sıkıcıyken bir de partileriyle ünlenmeye çalışan ve içinde nazlının olucağı bir kulüpte bulunmam abesle iştigalden öteye gidemezdi. Ben de hiç durmadım, kulübü bıraktım. Benim için geçmiş yılın en güzel hareketi budur. Onun dışındakiler yıl 2009 olmasaydı da olabilecek şeylerdi gibime geliyor.
Ha bi de unutmadan, kendisinin lisedeki halinden bahsederken “akşam kuru fasulye pilav yiyip annemden ‘terliğini giy hasta olacaksın’ zılgıtı yiyip sabah arkadaşlarıma ‘annemlerle olmuyo ya’ muhabbeti çekiyodum” şeklinde cümleleri iktidar kaygısı olmadan kurabilen insanlarla tanıştım, onların bloglarına da denk düştüm. Bu da iyi gibi bi haber.