17.5.12

Okula Veda Yazısı: Bak Gidersem Dönmem


2007 yılının yaza dâhil bir Eylül sabahı, hamuruna fazlaca duygu zerk edilmiş bir babanın refakatinde bu kampüse gelişimi hatırlıyorum. Geride çekirdekten biraz büyük bir aileyi bıraktığım için içlenmiş, yıllar sonra burada hayli geniş bir aileyi inşa edeceğimden habersiz aldığım kararlara kızıp kendime kurulmuştum.

O günün üzerinden neredeyse beş yıl geçmiş. Hepi topu üç harfe sığan bir zaman dilimi de olsa, geldiğimde 18 şimdide 23 de olsam, aradan geçen zamanın kafa kâğıdında zuhur etmeyen izleri var. Yanlış anlaşılmasın, John Nash abimiz gibi beyazperdeye layık bir hayatımız olmadığının biz de farkındayız. Hem sanıyor musunuz ki her iktisat öğrencisi ortalıkta “Anlatsam Nolan olur.” diye geziyor? – tek tük de olsa öyle gezenler de ilgili mercilerce önce alnı karışlanıp sonra da “Yürügit Jones” damgasıyla postalanıyorlar. Ama anlatsak roman olacağına dair bir malumatımız da var çok şükür. Bu ne biçim bilgiçlik, nereden bu malumatfuruşluk demeyin; bunca yıl sadece iktisat okumadık en nihayetinde!

Lakin yola ilk hedefimiz iktisat olarak çıksak da mezuniyete beş kala en çok unuttuğumuz şey de iktisat galiba. Hafıza-ı beşer nisyan ile malul olduğundan ve dahi beyin uzvu, mebzul miktarda lüzumsuz detayı yarın öbür gün işimize yarayacak üç beş önemli bilginin önüne koyduğundan iktisada dair iki kelam etmekte zorlanıyorum. Hem öyle, hem de bildiklerimin çoğunun sadece İngilizcesini biliyorum. Şimdi Türkçesini düşünmeye başlayınca, örneğin, arzın talebe denk düştüğü, bizim equilibrium siz Türklerinse denge durumu dediği nokta, aklıma “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” atasözünü getiriyor. Mesela çok iyi türev alabiliyor, kısıtlı bütçemle hazzımı maksimize etmeye çalışırken en fazla iki üç iktisatçıyı güldürecek bir “azami haz sınırı” esprisi yapabiliyorum. Ama zaten – Oyun Kuramı hocamın da belirttiği gibi – gittiğiniz üniversite, neyi bildiğinizden ziyade nelerin üstesinden gelebildiğinizin kanıtı değil mi? Hem sırf bu yüzden iş, üniversitede değil de bizatihi işte öğrenilen bir şey değil mi? O yüzden kafamı bir yığın vize ve finalden geriye kalanların azlığına takmıyorum.

Ben yüzü tahtaya dönüklerden olarak heybeme çok şey yükleyemesem de sırtı tahtaya, yüzü bize bakanların bana birçok şey öğrettiğine sizi temin edebilirim. Saygı denen mefhumun küçükten büyüğe doğru gitmek zorunda olmadığını, aksi istikamette bir seyrin de söz konusu üniversite olunca mümkün olabileceğini gördüm ben. İnsanın isminin önünde kaç tane kısaltma olursa olsun mütevazı olabileceğini, bugüne kadar test çözmeyi öğretme sığlığında geçen öğrenci-öğretmen ilişkisinde çok daha derin suların varlığını öğrendim. Yahu benim akşamın bir vakti ertesi günkü makroekonomi vizeme çalıştıran mikroekonomi hocam oldu, var mı bundan ötesi?

Var. Yaşı kemalden çok daha ötesine erdiği halde koltuğuna yapışıp kalanları, karşısında yirmili yaşlarında bir sınıf dolusu genç esneyip dururken sorunu zinhar kendinde aramayanları da burada tanıdım. Maksadı öğretmekten ziyade çektirmek olanın da bir paragraf evvelki lokum gibi insanlarla aynı habitatta yasayabildiğini gördüm. Böyle böyle kiminden ne olup kiminden ne olmayacağımı öğrendim.

Sonra, sıranın öteki tarafındakilerden başka, benimle aynı sıraları paylaşanlar var. Haritadaki yerini bir çırpıda bulamayacağım, plakası zaten hak getire şehirlerden çeşit çeşit insanla tanıştım. Türkçenin kelimenin başına gelmesine müsaade ettiği bütün harflerden isimlerle çeşit çeşit yüzü eşleştirip kendimce, muhtemelen çoğu haksız, genellemeler yaptım. Karadenizlileri, mesela, fazlasıyla inatçı buldum; Doğu Anadolulu üniversitedeki beşinci yılı olmasına rağmen gördükleri karşısında şaşkın, Akdenizli kanımın en çok çektiği, İzmirliler zaten ezelden torpilli.

Bütün bunlar olurken kahramanız, namıdiğer bendeniz, Ankara’yı bir türlü sevemedi, bu şehri seveni de hiç anlayamadı. Gıyabında konuşmak gibi olacak ama karı hiçbir zaman Yılmaz Erdoğan’ın yakıştırdığı kadar yakıştıramadım bu şehre. Yağmurlu sonbaharını belki ama ayazını hiçbir hisle bağdaştıramadım. Ya soğuktan bir şey hissedemedim ya da soğuktan mülhemdi bütün hissettiklerim, ama yekûnu pozitif olamadı bir türlü. Hasılı benim için Ankara’nın en güzel yanı hep İzmir’e dönüşü oldu.

Ayaklarım geri geri gittiğinden belki, bu şehre son gelişimde 7 Şubat’ta olan uçağımı 8 Şubat sanıp kaçırdım; o bahaneyle İzmir’de fazladan iki gün geçirdim. Yine de otobüs yolculuklarını hiçbir şeye değişmem mesela. Edebi yarıçapı ‘personal space’imi geçmese de bana yazdırdıkları, yazmasam/yazamasam da hissettirdikleri, çakırkeyif bir polisçe yolumuzun kesildiği bir gece ve muavin ne istediğini sorunca birkaç saniye düşünüp “Sıcak kahve!” diyen o amca… Bunlar farkında olmadan hatırımda kalanlardan sadece birkaçı, bir de adını konduramadığım ama varlığını da inkâr edemeyeceğim, beni ben yapan bir sürü şey/his.

Diyeceğim o ki anlatsam hakikaten roman olur. Ama ben yazacak sebatı gösteremem, siz de hak ettiği ilgiden mahrum bırakırsınız romanımı. Çok güzel söylüyor Sezen, “Bir macera yaşamak dediğin, küçük zamanlar harmanı, sevindiğin üzüldüğün.” Burada geçen beş yılımda tanıdıklarım, gördüklerim, tecrübe ettiklerim son tahlilde bir “iyi ki”ler toplamı. Öğrenemediklerimden ben sorumluyum da öğrendiklerim hep onlar sayesinde, bundan eminim. Bu okulda bana ayrılan sürenin sonuna geliyorum. Çok sevdiğim bir sözle bitireyim, hak eden üzerine alınsın: Sen de olmasan...