30.1.10

başka dilde aşk: love diye biliyorum ama sen bak yine de.

Diğer okullardaki bir sürü arkadaşımın kafası en az Jay Leno'nunki kadar rahat. Benimkisiyse Conan O'brien'ınki kadar dışavurumculuktan uzak bir üzüntüyle boğuşuyor, amiyane tabirleyse bin beş yüz. Onların okulları ellerine ders programlarını verip evlerine yolluyor. Benimkisiyse günün kendi belirlediği bir vaktinde istediğim dersi seçme ve seçilme hakkı tanıyor bana. Bir nevi "seçmece karpuz" vs. "ablacım seçtirmiyoruz biz veriyoruz." vakası. Vaka bu kadarla kalmıyor tabi. Hayriyesi kulağa geldiği kadar hoş değil, zira öğrenci milletinin hırlısı var hırçını var; böyle olunca da herkes bir süre sonra hop dedik Ayhan. O kadar ki Facebook'ta okulun ders seçme sistemini lanetleyen bir grup bile açmışlar. İnsan kendi kazdığı tuzağa düşer mi? Bizim okul düşüyor işte, ama çırpınışımız nafile; kütüphanesinin internet sistemi için Bliss'te (Bilkent Library Information Services System) ders sistemi içinse Stars'ta (Student Academic Information Registration System) karar kılan bir okulun dış görünüşe verdiği öneme değinmeye bile gerek yok sanırım.

***

Türkçe'ye hakimiyetimizden sual olunmaz, olunacağı an kavga çıkarırız, kana gövdeyi götürtürüz. Ama ben ve benim gibi nice genç, GPA kaygısından olacak zaar, Türkçe dersinde söz konusu kitap özetleri olunca Ekşisözlük entrylerine tamah etmiştir. Yine aynı kaygıda seçiciler, Çince'yi "piyasanın en çok rağbet gören dil derslerinden biri" payesine layık görmüşlerdir. Bütün o İspanyolca, Fransızca ve hatta Almanca sectionlarının çoğu benzer dünyevi kaygılardan ötürü daha ilk günden doldurulmuştur. Tabii ki at eti yemenin de bir bedeli var; bir süre sonra geriye sadece CV'ye yazılacak bir satır cümle, görünce anımsanacak üç beş kelime ve Transcript'teki birkaç kredi kalıyor. Bu yüzden aldığım dil derslerine dair bir beklentim yok, biliyorum ki dönem sonunda da ilk günkü mallığımı muhafaza ve müdafaa edeceğim. Ve işte sırf bu yüzden "Keşke Yiğit Bulut ve tartışmacı arkadaşları başka bir dilde aşka gelseler tartışırken." diyorum. Hangi dil olduğu hiç önemli değil, cidden. Zira ben her halükarda Fransız kalırım, tabiatımda var bu, Basic French aldığım halde.

22.1.10

Güme gittim gelicem.

Biyoloji, hukuk, mühendislik ve ekonomiyle kıyısından köşesinden alakadar 4 genç erkek olarak belki de en büyük ortak noktamız Teoman’a şarkı yazdıramayacak olmamız. Neyse ki egomuzu bundan etkilenmeyecek kadar serin yerlerde, Teoman gibilerin ulaşamayacağı kadar yüksek raflarda muhafaza ediyoruz. Dahası birkaç alengirli söz, biraz tatlı dil ve pek tabii birazcık da torpille Woody Allen’a filmimizi çektirebileceğimize inancımız da tam. Bizde süper kahramanlarda olması gereken her şey var. Hitabetimize diyecek yok. Konuşmalarımızın bir kısmında konu dönüp dolaşıp “formaldehit”e geliyor. Dark Knight izlerken uyuyakalıyoruz. Facebook’ta video paylaştığımızı görenin başına ödül koyduk. Avatar’ın kişisel bir mesele haline dönüşmesi sürecinde hakkımız ödenmez. Hakkı demişken de her Hakkı Devrim konusu açıldığında benzer demeçlerle kendisini yere göğe sığdıramıyoruz. Yabancılardan alıp geri veremediğimiz tek şey dizileri ve indie grupları. Kimi gruplarlaysa tek şarkılık münasebetlerimiz vaki. Söz konusu yabancılar olunca refleks olarak Türklüğümüzle övünüyoruz, sınav dönemlerinden ibaret olsa da çalışıyoruz da çok şükür, güvendi egoydu en başta değinmiştik zaten. Sözün özü 5e bölünüp 1parçası yenmiş elmadan geriye kalan dilimlerden bir farkımız yok. Yani aslen birbirimizden farkımız var ama yok; yani şöyle: hepimiz belirli aralıklarla hakkımızın yendiğini ya direkt olarak yüzünüze ya da kurgu içerisinde laf arasına yedirerek de olsa deyiveriyoruz. Aslında yanlış anlaşıldığımızdan, eskisi gibi olmadığınızdan dem vuruyoruz. Oysa albümleri bekledikleri ilgiyi görmeyince boku dinleyiciye atan U2’dan almamız gereken önemli bir ders var ve biz bunu ıskalıyoruz: Özeleştiri diye bir şey yoktur, varsa da ceketini almış gitmek üzeredir, gidecekse bırak gitsindir, dönmezse o zaten hiç senin olmamıştır. Sırf bu yaşanmışlıkla bile eminim ben ve benim gibi bir sürü blogger (evli ve bir çocuk sahibi olanlar dışındakiler), kişisel gelişime olan azıcık inancımızı da yitirdik. İnsanın dönüp kendine bir bakması diye bir şeyin ihtimali bile dökülecek çokça kana işarettir. Ama dedik ya, bir yaşanmışlıkla gidecekse o inancımız zaten hiç bizim olmamıştır. Hakeza sırf bir U2 mevzuuyla gaza gelip özeleştirinin ipini kaçıracak adam da değiliz. İçime serpilen suyun da etkisiyle rahatlıkla söyleyebilirim ki “ben bunları hak etmedim.”

17.1.10

ben bi bok yedim..

İkili ilişkilerdeki başarısı artık iyice sorgulanacak noktaya gelmiş biri olarak kendimle yüzleşeli beri çok radikalim; bunda Pınar Öğünç’ün de payı vardır belki, bilemeyeceğim. Küçük ama çok etkili olduğunu düşündüğüm kararlarımın arasında ipodumu kardeşime vermek de vardı, hatta belki tek kararım da oydu. Bu yolla hem onun bütün gün Manga dinlemesine olanak sağlayacaktım (10yaşındaki bir çocuk için Manga en değerli hazinedir.), hem de kendime insanlarla konuşmaya ayırabileceğim ekstra vakitler oluşturacaktım.

Dahası da vardı. İçine girdiğim bataklık sandığımdan da tehlikeliydi. Indie dedikleri müziğin bir ucundan bir ucuna zarar görmeden gidebilen yoktu. Etiketlerinde chamber pop yazan milyonlarca gruba karşı ben tektim ve bu adamlar yemiyor içmiyor albüm yapıyorlardı. O lise yıllarıma has cehaletin saadetinin milyonda birini Belle and Sebastian bile tattıramıyordu artık-ki onu da 500Days of Summer harcayacak olmuştu da zor kurtulmuştu. Belki The Decemberists vardı ama o da bugün var yarın yoktu. En nihayetinde ben bir karar vermiştim, ipodumu kardeşime verecektim, o gruplar oralarda bir yerlerde yine müzik yapmaya devam edeceklerdi ama benim umrumda olmayacaktı bunların hiçbiri. Sadece Alınan Dosyalarım’da birkaç arkadaş tavsiyesine yetecek kadar yerim kalacaktı.

İşte tam da böyle düşünürken oturup 2009’un muhasebesini yapmaya başladı bütün o dergiler, siteler vesaire. Ve bütün listelerin en yukarılarında Phoenix gibi, Grizzly Bear gibi ipodtan aşina olduğum isimler vardı. Bunlar hunharca dinlediğim bir sürü isimden sadece birkaçıydı. İşte kimilerinin falsetto diye çağırdığı şeyin kontrolümün tamamen dışında bir şekilde evimizi sardığı an, o andı. Kendimden ne kadar büyük bir şey beklediğimi fark ettiğim andı bu. Hayatımın en büyük pişmanlığını yaşıyordum (cidden boğaziçine gitmemekten daha acı). Sadece dizilere has bir her şeyi bok ediş anıydı. Kahramanımızın basiretinin bağlandığı, senaryonun bir hatayı daha kaldıramayacağı, babasının yüzüne nasıl bakacağı andı. Halbüse hani herkes ikinci bir şansı hak ediyordu? Gideyim, kaderin böylesine söveyim, sonra da son bir kez Yankee Bayonet dinleyeyim.

9.1.10

üç, beş ve lafları.

A young girl was walking her dog one evening in the neighborhood. The weather was cold. She had her head buried in the hood of her coat. A car came up the hill, travelling at an easy pace in the left lane. Apart from the car in the right lane, slowly climbing the hill, there appeared no one out and about on this chilly night.

The car on the left slowly accelerated from 50, climbing up to 70, 80, 90 on this empty road, overtaking the one on the right. By the time the driver realized that there was someone in the middle of the road, it was too late to brake. The young girl and her dog were both hit by the car travelling at 90 km/hour. The impact threw the girl and the animal up into the air. Then they both fell, crashing down onto the sidewalk.

This is not an excerpt from a horror film. This is a true event which happened on the evening of December 17, 2009 at Bilkent University, on the road up from the main gates of Main Campus.

The dog is now dead. The young girl, in her teens, has been declared to be in a state of brain death, where she still breathes with the aid of a life support device. The medical authorities are waiting for the parents' decision to unplug the breathing unit.

What about the driver? How does one live with this destructive deed for the rest of one's life?

WHY does anyone have to speed? WHY is it not possible to ensure safe driving in a university where the best brains of the country come to receive the best quality education?

What is the answer, what do you think?

Okul gazetesinde böyle bir şey yayınlanıyor. Bazısı buna ulaşım biriminden bir haber der, ben yakarış demeyi yeğliyorum. Ardından Bilkent köprüsünde okul servisi kaza yapıyor, arkadaşımla beraber ödev yapma fikrinden çok daha önemli şeyler olduğunu fark ediyorum, onun sağlığı gibi. Virgülden sonra ufak bir manevrayla güzelim cümleyi devrikleştirmem konusunaysa hiç girmiyorum, görünmez kaza.

Ehliyetini bakkala borçlu bir babanın oğlu olarak araba sürmenin ne demek olduğuna dair edecek iki güzel lafım yok. Babamın da yok. Zaten teybini açıp içinde saatler geçirdiğim bir arabamız da yok. Öte yanda bir tepenin üzerine kurulu bir okulda, bisiklete binmenin Erasmuslu günlerin hayallerinde kaldığı, okul otoparklarıyla ilgili galerili esprilerin öğrencinin tek eğlencesi olduğu şu günlerde çevremdeki herkes, arabası olsun olmasın, ehliyet alıyor. Alıp da ne yapacaksınız bu kadar ehliyeti, siz de bilmiyorsunuz, birileri “al lazım olur” demiş bırakmış.

Trafikle ilgili neden Belirli Günler ve Haftalar kitapları dışında yerlerde de şiirler yok? Anlamıyorum. Mesela, Neyzen Tevfik veyahut o şiiri aslen yazan adam her kimdiyse, Be Hey Dürzü'nün bi yerine de trafiğe dair bi şey sıkıştırsaydı belki şu gün çok daha farklı lokasyonlarda olabilirdik. Lokasyon demişken, acaba dünyada da durum böyle mi merak ediyorum. Yurtdışına vizeyle pasaportla falan uğraşmaya üşendiğim için çıkmadığımdan televizyonda gördüğüm kadarıyla bir yorum yapabiliyorum dünya trafiği hakkında. Hırsız-polis kovalamacalarının ana haber bültenlerinin "böyle kovalamaca görülmedi" kısımlarında sıklıkla izlettirilmesi muhtemelen bize has bir şey. Şu günlerde Avatar'a hayran olmakla, James Cameron'a methiyeler düzmekle meşgul olan dünyanın gerizekalı kalanı sanmıyorum ki birbiri ardında koşuşturan arabalardan zevk alıyor olsun.

Evet, başkalarının dertleriyle dertlenmek “kalabalık yalnızlıklar”la boğuşan Ankara insanının yegane avuntusu. Onların ülkenin geri kalanındaki temsilciliklerindeyse durum çok daha vahim: Ankara’dan, İzmir’den, Mardin’den, Adana’dan kalkmış İstanbul trafiğini konuşuyor insanlar; bizzat gözlerimizle görüyoruz, ağzımızdan çıkanı duyuyoruz. Gerine gerine köprüde geçirdiğimiz vakitten, gideceğimiz yere kaç vesaitle anca gidebildiğimizden, iş saatine denk gelmenin cehennem azabından bahsediyoruz. Kraldan çok kralcılık da sanki salt bize has bi şeymiş gibi hissediyor böyle olunca insan.

Tüm bunların dışında, yurdum odasında aklını finallerle bozmuş benim içinse araba modifiye edilen oyunlar satranç kadar sıkıcı. İkisini de defaatle denedim ama olmadı. Ben zaten topluma taşımanın kutsallığına, kolektif şuurun bir gün elbet çıkıp geleceğine falan inanıyorum. Bi de bugün Can Dündar'ı gördük sinema kuyruğunda, Soul Kitchen'a girmedi, muhtemelen Yahşi Batı'ya girdi. Çok şükür hiç hissettirmedim ünlülüğünü, doya doya yaşatmadım o gururu, Londra’da salınıyormuş gibi hissettirdim adama yüzüne bile bakmayarak. Ama dua etsin yanında kadın vardı, yoksa bilirdim bozmasını “köşeden tırto tırto atıp tutması kolay mıymış?” diye. Bi de televizyonda şişman gözükmüyormuş, neyse o.

1.1.10

rakamlarla ikibindokuz.

Yaklaşık 12gün sonra Bilkent’te bir dönem daha bitmiş olacak. Bence geçmiş yılın muhasebesini yapmak dans ederken yanındakinin kulağına bağırarak icra edilmesi gereken bir şey ama bu fırsat bu yıl da elime geçmediği için derdimi blogta anlatmak durumundayım. Zaten bütün bir yıl yokmuş gibi davrandıkları Serdar Ortaç gibi, Bengü gibi şarkıcıların yılbaşı eğlencelerine bilet bulma telaşına düşen arkadaşlarımı da hiç anlamıyorum. Iron Maiden yılbaşı konseri vermiyor muymuş?

Geçtiğimiz dönem itibariyle konsümır sörpılasıydı, pırodüğsır sörpılasıydı derken kendimi bir anda niptuck’tan aşina olduğum çıkar çatışmalarının arasında buldum. Ancak müstakbel bir ekonomist olarak bildiğim bir şey var ki o da “İKTİSAT ÇOK SIKICI YA TEORİLER ÜZERİNE KURULU Bİ DERS”. Zaten iktisat, bir işletmeci olarak Nazlı Yünileverli Olucak’ın bakış açısından bu denli sıkıcıyken bir de partileriyle ünlenmeye çalışan ve içinde nazlının olucağı bir kulüpte bulunmam abesle iştigalden öteye gidemezdi. Ben de hiç durmadım, kulübü bıraktım. Benim için geçmiş yılın en güzel hareketi budur. Onun dışındakiler yıl 2009 olmasaydı da olabilecek şeylerdi gibime geliyor.

Ha bi de unutmadan, kendisinin lisedeki halinden bahsederken “akşam kuru fasulye pilav yiyip annemden ‘terliğini giy hasta olacaksın’ zılgıtı yiyip sabah arkadaşlarıma ‘annemlerle olmuyo ya’ muhabbeti çekiyodum” şeklinde cümleleri iktidar kaygısı olmadan kurabilen insanlarla tanıştım, onların bloglarına da denk düştüm. Bu da iyi gibi bi haber.