27.12.12

Yazmamak


Yüksek lisansın aksine yazma atölyesi gitgide ilginçleşiyor. Bu hafta saygıdeğer hocam bizden kendimizi dışarıdan izlediğimiz bir öykü yazmamızı istedi. Karşılaşmaz olaydım, çok çekilmez bir adammışım.


Yazmamak

Sandviçinden ona yakışmayacak büyüklükte bir lokma aldığında hayatta babamı öldürmeye en çok yaklaştığım anlar olan akşam yemeklerini hatırladım. Bugüne kadar kimi çok sevsem, kime hayran kalsam türlü sebepten hayal kırıklığı yaşamış – ya da yaşamayı başarmış – ama en çok da ağzını şapırdatanlar tarafından sukutuhayale uğratılmıştım. Bu yüzden bir dahaki sefer öncekinin yarısı kadar bir lokma aldığında ben şahsen şaşırmadım. Kolay değil, 23 yıl bu adamla yaşadım. Bir bilse benim kaç kere hayal kırıklığına uğradığımı, defalarca onu öldürmenin eşiğine geldiğimi, ama aslında çok sevdiğimi…

Elleri klavyenin iki santim üzerinde, gözleri az evvel, ortada hiçbir neden yokken üç noktayla bitirdiği cümlesinde, birazdan aklına gelmeyen o ilk cümleye ve aklından bir türlü gitmeyen bir sürü şeye sövecek, kahvesinden korka korka bir yudum alacak, kafasını kaşıyacak, dilini ağzının içinde gezdirip bilmediği bir şeyi arayacak ve sonra esneyecek… Ve ben onu sırf bu tahmin edilebilirliği yüzünden bile öldürebilirim.

Şimdi de sandalyesinin iki tarafından tutup poposunu geriye doğru itti, güya bilgisayarın karşısında biraz da olsa büyüdü. Hatta belki bir an, sadece bir an, üç saniye öncesine kadar yapamayacağını düşündüğü birçok şeyi yapacak kudreti içinde bir yerlerde hissetti. Sonra esnedi, eklem yerlerindeki ve gözlerinin etrafındaki o ekşimsi hissin tadını çıkarıp içinden yaşlandım ben diye geçirdi, gözü bir kalorifer kenarı aradı. Her şey gibi bunu da yarıda bırakıp sebepsizce üç noktayla bitirdiği cümlesine geri döndü.

Onu sevmeyi çok istedim. Denedim de… Kambur sırtı anlatılmamış öykülerinin habercisidir diye defalarca içimden geçirdim. Kemerli burnu, dedim, sakalları biraz daha gür çıksa çekici bile olabilir. İstemsizce hareket ettirdiği sağ el serçe parmağının aslında vaktizamanında çok sevdiği bir aktörden ödünç aldığı – hatta düpedüz çaldığı – bir takıntı olduğunu  bildiğim halde ne ilginç, hayatta böyle insanlar da mı var dedim. O, önündeki beyaz sayfaya ısrarla boş boş bakıp da hayatını değiştireceğine inandığı romanı yazdıracak ilhamın böyle bekleyerek geleceğini düşünürken ben istese yazar ama fazla mükemmeliyetçi demek ki, diye kendimi teselli ettim. O bir daha esnedi, sağ el serçe parmağı tekrar gidip geldi, kafasında bir yerler kaşındı durdu, aklı bir kalorifer kenarında, ağzında ekşi bir kahve tadı ve içinde hep bir ümit; ama işte gelmeyesice ilham gelmedi.

Onu sevebilmeyi isterdim. Gördünüz, denedim de… ama 23 yıldır, tam 23 yıldır, gelmeyeceğinden adım gibi emin olduğum bir şeyi – o buna ilham diyor, bense siktir oradan 23 yıldır neyin ilhamı demeyi tercih ediyorum – evet, gelmeyeceğinden adım gibi emin olduğum bir şeyi – bu arada adım Cüneyt – bekliyor olmanın, dışarıda bir yerlerde bambaşka bir hayat, mesela belki ortalama bir iş ama güzel bir kadın, onun mavi gözleri, belirgin elmacık kemikleri, ince bilekleri; yani ilhamların en büyüğü varken, bir ihtimal de olsa 23 yıldır gelmeyen şu lanet olasıca ilhamdan yeğken, kimse benden, bu içine hapsolduğum, ne günah işleyip de bunu hak ettiğimi bilmediğim, sıska, çirkin, sıkıcı adamı sevmemi beklemesin. İçimde bir yerlerde büyüyen bir karanlık, bir sıkıntı var. Bundan beni ne 23 yıl sonra yazacağı bir roman ne de ekseriya üç noktayla bitirdiği cümleleri kurtarır.

Onu öldürmeyi çok istedim. Denedim de… 


Aralık '12

3.12.12

Eller ve enseler

Yüksek lisansla ilişkimde bağlanma problemleri yaşasam da, şurada sayılı günlerimiz pareto efficiency, dynamic programming diye geçse de, nerede olduğumdan ziyade nereye gitmek istemediğimi az çok belirlesem de  iyi şeyler olmuyor diyemem. Burada haftanın en sevdiğim günü çarşamba ise bir sebebi var: yaratıcı yazma atölyesi.

Yaptığımız, romanları YKY'den yayınlanmış bir hocamızın etrafına üç dört kişi toplanıp bize ayrılan bir buçuk saat zarfında öykü konuşmak ve konuşmaktan arda kalan sürede nacizane bir şeyler karalamak. Dedim ki madem yazıyoruz ve yazdığımız okunsun istiyoruz, koyayım yazdıklarımı bloga. Yarım saatte yazılmış öyküden ne beklenir bilmiyorum. Hem ben kendi yazdığıma kefil miyim? Sanmıyorum. O yüzden bu noktada kanal değiştirmek serbest, ama darılmama sözü de veremem.

Geçen hafta diyalog üzerine konuştuk. Sonra da içi mesleklerle dolu bir poşetten iki tanesini rastgele seçip bu iki adamcağız asansörde kalsa ve onları sadece konuşturarak bir öykü yazmaya kalksak ne çıkarın peşine düştü. Bana falcı ile berber çıktı. Yazması çok zevkliydi, okuyandan aynı hazzı almasını beklemek abesle iştigal olur. Tabi bu benim beklemeyeceğim anlamına gelmez.

Eller ve Enseler


-        - Yukarıda bir şeyler oluyor.
-         - Efendim?
-         - Zemine gelmeden bozulmasa bari.
-         - Bana mı diyorsunuz?
-         - Fala inanır mısın?
-         - Geldik mi? Niye durdu ki bu şimdi zank diye?
-         - Fala, diyorum, inanır mısın?
-         - Hay sıçayım! İşe geç kalıcam bu gidişle. Alarm sesi niye bu kadar kısık ki!
-         - Bugün de açmayıver dükkanı.
-         - Ne dükkanı?
-         - Berber değil misin sen? Bugün de açmayıver dükkanı.
-         - Nereden biliyorsun berber olduğumu?
-         - Fala inanır mısın?
-         - Haha! Kusura bakma, benden para koparamayacaksın.
-         - Boşuna ümitlenme, bugün gelmeyecek.
-         - Kim gelmeyecek? Gevezelik edeceğine sesimizi duyurmanın bir yolunu bul be kadın!
-         - Güvenlik yarım saattir telefonla konuşuyor, birinin duyması imkansız.
-         - Sen bütün bunları nereden biliyorsun yahu?
-         - Fala inanır mısın?
-         - İnanmam. İnanmak da istemiyorum.
-         - Bugün gelmeyecek.
-         - Kim?
-         - O, ensesine aşık olduğun.
-         - Nereden biliyorsun?
-         - Fala inanır mısın?
-         - ....
-         - Ne kadar zamandır berberlik yapıyorsun?
-         - Onu da bilsene sıkıysa.
-         - Biliyorum, ama insanların mecburen doğruyu söylemelerini izlemek hoşuma gidiyor. Ne kadar zamandır berbersin? Hem zaten bir süre daha burada tıkılı kalacağız anlaşılan, tadını çıkaralım bari.
-         - Ondört yaşımdan beri.
-         - Neden liseye gitmedin?
-         - İşimi sevdim.
-         - İşini değil yaptıklarını sevdin.
-         - Ne fark eder?
-         - Yazık, bütün bir ömrü gördüğün enselere aşık olmakla mı geçireceksin?
-         - Hafife alma.
-         - Aldırma öyleyse, anlat. Konuş ki duyabileyim.
-         - Hani zaten biliyordun.
-         - Sen değil miydin benden metelik koparamazsın diyen? Yok öyle bilâbedel hizmet. SSK mıyım ben? Hem belki psikologluk hizmetimi meteliğe şayan bulursun.
-         - Erkek tenine hayran oldum. İlkin ustamın jileti yanakta kaydırışından, makineyi bastıra bastıra üç numaraya vurduğu kafanın bana mısın demeyişinden etkilendim. Sonra birgün kendim o yüzlere, o tenlere dokunmaya başlayınca daha da fazla etkilendim. O köşeli çenelerde, belirgin elmacık kemiklerinde jilet gezdirmeyi, traştan hemen sonra sert ama pürüzsüz sakal köklerine dokunmayı sevdim. Makinayı kafasına her bastırışımda geri iterek verdiği o erkeksi tepkiyi, üstleri biraz daha kısaltma bahanesiyle sürtündüğüm kaslı kolları... En sevdiğim kısımsa ense traşları. O kalın, güçlü boynu seyrederken jiletle usulca dokunmalarımın bir erkeğin içini gıdıkladığını bilmek... Sonra önümde lavaboya eğilmiş o kafanın acziyeti, ellerim saçlarının arasında gezerken artık iyice iç içe olduğum vücudu... Bunlardan vazgeçemediğimi anladığımdan beri berberim. Sen ne zamandan beri falcısın?
-         - Elini versene.
-         - Ne yapacaksın elime?
-         - Versene, lütfen.
-         - ...
-         - Çok güzel, güçlü ellerin var.
-         - Falcılığın kadınlara ilgi duymadığımı görmeye yetmedi mi?
-         - Benim erkeklere ilgi duyduğumu kim söyledi?
-         - Kadınlara mı ilgi duyuyorsun?
-         - El falı bakıyorum ben.
-         - Yarım saattir elime bakmadan atıp tutuyorsun ama?
-         - El falı bakıyorum çünkü ellere aşığım. Bugüne kadar binlerce el tuttum. Bazen seninki gibi güçlü, büyük erkek elleri, bazense ince, uzun tırnaklı, narin kadın elleri... Beni bu tutkuyla imtihan eden Tanrı’nın mükafatlandırma şekli yeteneğim. Ben avucunun içinde parmaklarımı gezdirip kıvrımlarını hafızama alırken müşterim, hayatına dair bildiği bütün şeyleri bir de benden duyuyor, bundan zevk alıyor ve bir de yetmezmiş gibi bana para ödüyor. Hafızam küçük bir şehrin nüfusuna yetecek kadar insan eliyle dolu. Hırpalanmış, yorgun inşaatçı ellerini de biliyorum, ekseriya nemlendirilmiş liseli genç kız ellerini de. Ve hepsinde kendine has bir güzellik, sevilmeye değer bir şeyler bulabiliyorum.
-         - Yani? Sen de bütün bir ömrünü gördüğün ellere aşık olmakla geçiriyorsun bak.
-         - Haha! Haklısın.
-         - Peki, o gelmeyecek dediğin, nereden bildin? Onu nasıl görebildin?
-         - Asansör oldu galiba.
-         - Nasıl bildin? Söylesene!
-         - Sen inanmasan da fala inanan insanlar var.
-         - Tamam ama onun falında çıkanın ben olduğumu nereden bildin?
-         - Onun da çok güzel elleri var, sen göremesen de...
-         - Anlatsana kadın, onun falındakinin ben olduğumu nasıl anladın?
-         - Çok güzel ellerin var. Binlerce el gördüm bugüne kadar ve hepsini tek tek, ayrı ayrı hatırlarım. İki haftada bir sana traş olmaya gelen, bunu ihtiyacı olduğundan değil de senden hoşlandığı için yapan birinin, durmadan saçlarında gezen, yanaklarını okşayan elleri ezberleyemeyeceğini mi düşünüyorsun? Bana senden, en çok da ellerinden bahsetti. Çok güzel ellerin var senin...
-         - Peki neden gelmeyecek?
-         - Zemine geldik. Gitmem gerek.
-         - Nereye gitti? Nolur söyle!
-         - Fala inanır mısın?

Kasım '12

17.11.12

Ehemmiyet Kemeri


Hırkamın sol koluyla camın buğusunu sildim. Dışarıyı merak ettiğimden değil de içeride çok yalnız olduğumdan... En son kim bilir kaç yıl önce yapmışım ki kendimi kötü hissettim, sanki arka koltukta annem "Yapma oğlum,  pis!" diye inledi. Kulağımda ilk şarkısından ileri bir türlü gidemediğim bir albüm, özetle "Ben böyle değildim." diyor. Kafamı cama yaslasam araba tutuyor. Arkama yaslanıp uyuklayayım desem en ufak virajda içim hopluyor. Normalde yarıçapı matematik testlerini aşamayan hız problemleri, mesela otobüsün doksan olan hızını neden yetmişe düşürdüğü sorusu veya öndeki arabayla aramızdaki mesafe artık en çok beni ilgilendiriyor. Aklım hep o yekpare ana gidiyor. Her şey tam da olması gerektiği gibiyken aniden kaymaya başlayan araba, frenler, mıcır ve güm! Dünyan tersine dönmüş, zor nefes alıyorsun, içinde bir yerlerde bir acı var ama hayatta olduğuna şükrediyorsun. İşte tam da bu sebepten zaten ezelden hisli köfte kıvamında olan hayatımın çok duygusal bir döneminden geçiyorum, bana katlanmak zorunda olan yakın çevremin affına sığınıyorum.

Geçenlerde Kadıköy'de, kafe demeye dilim varmayan dükkan önlerine dizilmiş, yüzü yola dönük insanların önünden geçmem gerekti. Kiminin önünde bira kimininse en az iki kez hatmedilmiş bir menü, hiç gelmeyecek birine içenlerle birazdan "Nerede kaldın?" denecekleri bekleyenler... Hepsiyle tek tek en az bir kez göz göze geldim. Kavgadan bir omuz uzakta, dik dik bakmakla göz göze gelmek arasındaki ince çizgide epey bir yol yürüdüm. Aklım iç ceplerdeki çakılara, beni bir seferde yere serebilecek yumruklara, en yakın karakola ve “Biri üstüme çullansa kim kurtarır acaba?”lara kadar gitti. İstesem kendimi ne kadar kolay öldürtebileceğimi fark ettim. Daha geçen gün de istemeden nasıl ölebileceğimi fark etmiştim. Toplama işlemini siz yapın.

Evvel zaman içinde bir arkadaşım "Cin gibisin." dediğinde "Ben böyle değildim." diyememiştim. Şimdi dese "Ben öyle değilim." diyebilirim.

Noktayı koyar koymaz The Killers’ın yeni albümünden Flesh and Bones çalmaya başladı. The Killers? Flesh and Bones? Ama neden? 

3.7.12

Short, Very Short Story

I started by gently kissing the back of her neck, slowly making my way to her lower back, puzzled as to why a girl like her would even date me. This was, however, until I noticed the tattoo on her back quoting John Waters: "If you go home with someone and they don't have books, don't fuck them." 

The next day I bought twenty more books.

2.7.12

From Graham Bell to Lady Gaga: Telephone


I'm not one of those guys who reeks of nostalgia, but sometimes I wish I lived in the past, because there are cases in history that the human race hasn't handled well without me. Take, for example, Alexander Graham Bell.
The guy invented the telephone, or Elisha Gray did and Alexander Graham Bell was stealing it from him, but from my vantage point, both are the same. And as if he did any good for his successors, he probably is in a fancy grave funded by Vodafone and is resting in all the peace a dead man can't normally acquire. But that's not my point. My point is: I hate telephones.
I hate them from the core of my very being. There are several reasons for that. First, I suddenly become this gullible person on the telephone. Seriously, tell me anything on telephone and I will say yes. On the other hand, I can't keep up a conversation on the telephone, which also explains why I just say yes and hang up. When it comes to a phone call, I am not articulate; I can't explain the littlest things; I get nervous and hate the person I am talking to. I have reasons to hate telephones.
I know that what I was actually planning to write will be talking behind a dead guy's back, and that you and your society do bad things to backstabbers, so here is what I'm going to do instead: I'll go back to the February 26, 1876, call Alexander Graham Bell, and teach him a lesson.
Me: Hi, Alexander.
Alexander: Hi… Stranger!?!
Me: It's me, Cüneyt.
Alexander: Hmm… I don't really remember, but let's say you are. How did you get my number?
Me: Well, there aren't many phone numbers around these days, are there? I have a question for you, other than the one I've just asked, which was a rhetorical question by the way.
Alexander: Okay, I'm listening…
Me: Why did you do it?
Alexander: Do what?
Me: Pick your nose at Mabel's birthday party?
Alexander: Oh my God! How did you see that? I though no one was around.
Me: BAZINGA! I was joking. I haven't seen you, although you may want to be careful next time you do that, because not everyone in 19th century is myopic like me. 
Alexander: Oh, thank God. Could you please not tell anyone I did that at Mabel's birthday party? I don't want her to hear that, because I kind of have feelings for her. So, anyways, what were you going to ask me then?
Me: Why did you invent telephone? Or whatever it is you call it.
Alexander: Well, I told you, I have got feelings for Mabel and seems like I can't talk to her in person, so I thought this thing you call "telephone" might help.
Me: Who are you? Raj Koothrappali?
Alexander: What? Who is Raj?
Me: Oh, never mind. So you are into that Mabel girl? Really? Mabel?
Alexander: The heart wants what the heart wants, Cüneyt.
Me: I see. Well, did you try sending her a letter? I mean that's a good way of communication too. You didn't have to invent telephone for that.
Alexander: Nah, I can't send her a letter, her father would find it. The guy is a stalker. Or a lawyer. They are the same to me.
Me: I see. Well that sounds like a pretty acceptable reason.
Alexander: Yeah, it is. But hey, look, I have to run now. I have to go to Boston as soon as possible, apparently some guy called Elisha Gray has also invented the telephone too. I have to do something about it. But I will give you a call later, okay?
Me: Alright then. Good luck.
See, I told you. When it comes to talking on the phone, I'm ready to accept anything, no matter how differently I actually think. 

Moral of the story: You have got something to say to me? Don't call me. Ever.
Oh, wait, my phone is ringing. It's Alexander.

Alexander: Hey, before I leave, how did you get a phone? I mean I've just invented it and Mabel is the only one who has one.
Me: Haha! Well, obviously, she has feelings for me.

Originally published: December 14, 2010.


17.5.12

Okula Veda Yazısı: Bak Gidersem Dönmem


2007 yılının yaza dâhil bir Eylül sabahı, hamuruna fazlaca duygu zerk edilmiş bir babanın refakatinde bu kampüse gelişimi hatırlıyorum. Geride çekirdekten biraz büyük bir aileyi bıraktığım için içlenmiş, yıllar sonra burada hayli geniş bir aileyi inşa edeceğimden habersiz aldığım kararlara kızıp kendime kurulmuştum.

O günün üzerinden neredeyse beş yıl geçmiş. Hepi topu üç harfe sığan bir zaman dilimi de olsa, geldiğimde 18 şimdide 23 de olsam, aradan geçen zamanın kafa kâğıdında zuhur etmeyen izleri var. Yanlış anlaşılmasın, John Nash abimiz gibi beyazperdeye layık bir hayatımız olmadığının biz de farkındayız. Hem sanıyor musunuz ki her iktisat öğrencisi ortalıkta “Anlatsam Nolan olur.” diye geziyor? – tek tük de olsa öyle gezenler de ilgili mercilerce önce alnı karışlanıp sonra da “Yürügit Jones” damgasıyla postalanıyorlar. Ama anlatsak roman olacağına dair bir malumatımız da var çok şükür. Bu ne biçim bilgiçlik, nereden bu malumatfuruşluk demeyin; bunca yıl sadece iktisat okumadık en nihayetinde!

Lakin yola ilk hedefimiz iktisat olarak çıksak da mezuniyete beş kala en çok unuttuğumuz şey de iktisat galiba. Hafıza-ı beşer nisyan ile malul olduğundan ve dahi beyin uzvu, mebzul miktarda lüzumsuz detayı yarın öbür gün işimize yarayacak üç beş önemli bilginin önüne koyduğundan iktisada dair iki kelam etmekte zorlanıyorum. Hem öyle, hem de bildiklerimin çoğunun sadece İngilizcesini biliyorum. Şimdi Türkçesini düşünmeye başlayınca, örneğin, arzın talebe denk düştüğü, bizim equilibrium siz Türklerinse denge durumu dediği nokta, aklıma “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” atasözünü getiriyor. Mesela çok iyi türev alabiliyor, kısıtlı bütçemle hazzımı maksimize etmeye çalışırken en fazla iki üç iktisatçıyı güldürecek bir “azami haz sınırı” esprisi yapabiliyorum. Ama zaten – Oyun Kuramı hocamın da belirttiği gibi – gittiğiniz üniversite, neyi bildiğinizden ziyade nelerin üstesinden gelebildiğinizin kanıtı değil mi? Hem sırf bu yüzden iş, üniversitede değil de bizatihi işte öğrenilen bir şey değil mi? O yüzden kafamı bir yığın vize ve finalden geriye kalanların azlığına takmıyorum.

Ben yüzü tahtaya dönüklerden olarak heybeme çok şey yükleyemesem de sırtı tahtaya, yüzü bize bakanların bana birçok şey öğrettiğine sizi temin edebilirim. Saygı denen mefhumun küçükten büyüğe doğru gitmek zorunda olmadığını, aksi istikamette bir seyrin de söz konusu üniversite olunca mümkün olabileceğini gördüm ben. İnsanın isminin önünde kaç tane kısaltma olursa olsun mütevazı olabileceğini, bugüne kadar test çözmeyi öğretme sığlığında geçen öğrenci-öğretmen ilişkisinde çok daha derin suların varlığını öğrendim. Yahu benim akşamın bir vakti ertesi günkü makroekonomi vizeme çalıştıran mikroekonomi hocam oldu, var mı bundan ötesi?

Var. Yaşı kemalden çok daha ötesine erdiği halde koltuğuna yapışıp kalanları, karşısında yirmili yaşlarında bir sınıf dolusu genç esneyip dururken sorunu zinhar kendinde aramayanları da burada tanıdım. Maksadı öğretmekten ziyade çektirmek olanın da bir paragraf evvelki lokum gibi insanlarla aynı habitatta yasayabildiğini gördüm. Böyle böyle kiminden ne olup kiminden ne olmayacağımı öğrendim.

Sonra, sıranın öteki tarafındakilerden başka, benimle aynı sıraları paylaşanlar var. Haritadaki yerini bir çırpıda bulamayacağım, plakası zaten hak getire şehirlerden çeşit çeşit insanla tanıştım. Türkçenin kelimenin başına gelmesine müsaade ettiği bütün harflerden isimlerle çeşit çeşit yüzü eşleştirip kendimce, muhtemelen çoğu haksız, genellemeler yaptım. Karadenizlileri, mesela, fazlasıyla inatçı buldum; Doğu Anadolulu üniversitedeki beşinci yılı olmasına rağmen gördükleri karşısında şaşkın, Akdenizli kanımın en çok çektiği, İzmirliler zaten ezelden torpilli.

Bütün bunlar olurken kahramanız, namıdiğer bendeniz, Ankara’yı bir türlü sevemedi, bu şehri seveni de hiç anlayamadı. Gıyabında konuşmak gibi olacak ama karı hiçbir zaman Yılmaz Erdoğan’ın yakıştırdığı kadar yakıştıramadım bu şehre. Yağmurlu sonbaharını belki ama ayazını hiçbir hisle bağdaştıramadım. Ya soğuktan bir şey hissedemedim ya da soğuktan mülhemdi bütün hissettiklerim, ama yekûnu pozitif olamadı bir türlü. Hasılı benim için Ankara’nın en güzel yanı hep İzmir’e dönüşü oldu.

Ayaklarım geri geri gittiğinden belki, bu şehre son gelişimde 7 Şubat’ta olan uçağımı 8 Şubat sanıp kaçırdım; o bahaneyle İzmir’de fazladan iki gün geçirdim. Yine de otobüs yolculuklarını hiçbir şeye değişmem mesela. Edebi yarıçapı ‘personal space’imi geçmese de bana yazdırdıkları, yazmasam/yazamasam da hissettirdikleri, çakırkeyif bir polisçe yolumuzun kesildiği bir gece ve muavin ne istediğini sorunca birkaç saniye düşünüp “Sıcak kahve!” diyen o amca… Bunlar farkında olmadan hatırımda kalanlardan sadece birkaçı, bir de adını konduramadığım ama varlığını da inkâr edemeyeceğim, beni ben yapan bir sürü şey/his.

Diyeceğim o ki anlatsam hakikaten roman olur. Ama ben yazacak sebatı gösteremem, siz de hak ettiği ilgiden mahrum bırakırsınız romanımı. Çok güzel söylüyor Sezen, “Bir macera yaşamak dediğin, küçük zamanlar harmanı, sevindiğin üzüldüğün.” Burada geçen beş yılımda tanıdıklarım, gördüklerim, tecrübe ettiklerim son tahlilde bir “iyi ki”ler toplamı. Öğrenemediklerimden ben sorumluyum da öğrendiklerim hep onlar sayesinde, bundan eminim. Bu okulda bana ayrılan sürenin sonuna geliyorum. Çok sevdiğim bir sözle bitireyim, hak eden üzerine alınsın: Sen de olmasan...

1.4.12

Makable Şamil Olmama

İzmir’den Ankara’ya uçak kaçırmışlığım da on ikideki İstanbul otobüsüne yetişememişliğim de vaki. Lizbon-Porto trenine bindiğimizden beş saniye sonra hareket etmesi de Cenevre-Lozan trenine yetişeceğiz diye yaklaşık bir buçuk kilometreyi koşuşumuz da dün gibi aklımda. Sözlük anlamıyla kaçırdığın trenlere de hayatta inmen gereken ama uyuyakaldığın için kaçırdığın duraklara da üzülürsün. Ama işte bugünün işini yarına bırakmadığın ve perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğu gibi, bugünden bakıp dünün canına da okuyamazsın. O yüzden birileri geldi birileri gitti, amenna. Ama hakikaten bana kaçırttıkları?

Bizim okulun kütüphanesinin geçen ayki anlatı yarışmasını gözüme kestirmiştim. Kafamdaki haliyle çok güzel bir öyküm vardı. Dizilişleriyle bana hep “safları sık ve düzgün” tutulmuş Cuma namazlarını hatırlatan büyüklü küçüklü kitapların arasından Kürk Mantolu Madonna’nın, sırtında bir el gezindi miydi hissettiklerinin, bugüne kadar kimlerin Raif Efendi kimlerin Maria Puder olduğunun, Raif bu kadar tek ve kendiyken ona benzediğini sanan herkesin nasıl da aynı olduğunun hikâyesini yazacaktım. Yazmıştım da, kafamda… O yüzden birileri geldi birileri gitti, amenna, ama hakikaten bana kaçırttıkları?

Bir yandan da havalar ısınıyor, yeni insanlar tanınıyor ve çoğu seviliyor. O yüzden iyi ki vaktimizi daha fazla çaldırmamış, bir daha alıkoyulmamış ve iyi ki unutmuşuz diyorum. Saudades çok güzel dursa da insanın üzerinde, Adeus demeyi de bilmeli.

11.3.12

Teşne, efdal, peyderpey

Burnum kırmızı, hava soğuk ama güneş yakarca. İki iklimi aynı anda yaşamanın haklı mutluluğu, İzmir neden bu kadar güzel ve pek tabii sevilir farkındalığı. Çıkarken annemden yanak, babamdan da makas almışım. Gözlük camlarım tertemiz, yani gördüklerimin çoğu görebileceğimin en iyisi. İnsanları çok sevmekle bir insanı en çok sevmek arasında bir fark var. Birinin toplamı diğerinin enliğinin yanından geçemiyor sıklıkla. İnsanın aklı başında iyi ama bazen böyle gezintiye çıkması da toprağı eşelemek, suyunu tazelemek, saksısını değiştirmek gibi... Böyle yazmışım. O günü, hızlı adımlarımı ve mavi ayakkabılarımı hatırlıyorum. Kot pantolonum ve hırkam, bindiğim otobüs, gittiğim yerler, gördüğüm kişiler hep aklımda. Daha da önemlisi bana onları yazdıran heyecan hala içimde.

Gidesim var hafız, çok fena. Trenlere binesim, uçaklardan inesim var. Ucuz mu ucuz hostellerde sair milletten insanla hasbihal edesim, gül gül ölesim, mektup arkadaşı olasım var. Dilime a-acayip kelimeler ilişip duruyor, halimi bazen en iyi onlar anlatıyor. Ama umumiyetle bön bön bakılan oluyorum, hop denilen portakala bağlıyorum. Teşne demekte zorlandı evvelsi gün çok sevdiğim birisi. Başkası peyderpey dedi geçen yaz. Efdal daha bugün oturdu kafamda.

Bense sevmelere dünden teşneyim. Dünler bugünlerden efdal ama çok sevgili yarınlar tercih sebebi. Dertler mi? Onlar da peyderpey bitecek.

8.1.12

Tembellik Hakkı: Homini de Gırtlak, Pufidi Kandil, Tumba Yatak *


Masasının altında yarı dokunmatik telefonuyla oynayan güvenlik görevlileri, evvelsi akşam kaçırdığı diziyi ertesi gün önündeki bilgisayardan yakalayan danışma çalışanları, art arda bilmem kaçıncı odayı tekrar ve aynen temizlemekten bıktığı için televizyon odalarında ayaklarını uzatıp evlilik programlarına dalan yurt temizlik görevlileri... Meslek nevinden muamele görmese de pekâlâ mesai saatleri olan öğrencilik, amfilerin arka sıralarında okuduğumuz dergiler; sene başından ilan ettiği iki saatlik derslerden birini sırf canı çekmediği için o hafta işlemeyen akademisyenler... Nihayetinde bir üstü tarafından kendisine yüklenmiş sorumluluktan canı yapmak istemediği için kaytaran herkes, onların paşa gönülleri, sonra keyifleri ve dahi kâhyaları... Tembelliği bir hak olarak görenler, o kadar haklılar ki!

Konuya destursuz girmiş de olsam, ilk paragrafta bahsi geçen haletiruhiyeye aşina olanlarınızın mütebessim bir yüz ifadesiyle kafa salladığından eminim. Üçüncü Kat aylık yayınlanan bir dergi olduğundan ve ülkece çokça sansasyon cevherine sahip olduğumuzdan yapacağım son kıllanma tarihi geçmiş bir meseleyi ısıtıp önünüze koymak olacağı için beni mazur görün. Ama işte kan insanın beynine bir kere sıçradı mıydı da...

Kondisyonsuz yakalananlarınızın sakatlanma ihtimalini ortadan kaldırmak için önce bir meseleye ısınalım. Bu yıl içerisinde, Enerji Bakanımız muhtelif mecralarda biz müstakbel mezunları da yakından ilgilendiren açıklamalar yaptı. Bunlardan biri mevzubahis Türkiye’nin kalkınması olduğunda gerekirse 16 – 18 saat çalışabileceğimizdi. Bir diğeri gün ışığından daha fazla faydalanabilmek için mesai başlangıcını 6 – 7 civarına çekme fikriydi. Bunun ardındaki motivasyon fikrin kendisi kadar kayda değer: hâlihazırda esnaf böyle yaşıyorken memurun erken yatıp erken kalkmaması için hiçbir sebep yok. Yokmuş. Son öneri ise cumartesilerin de mesaiye dâhil edilmesi. Ülkede çalışmak bu denli övülünce ve de dinlenmek, dinlenmeyi istemek böylesine yerilince aklıma Paul Lafargue ve Tembellik Hakkı kitabı geldi. Rahmetli burada olsa yumruğunu masaya çekinmeden vururdu da işte… Haliyle kitabını okuyup üzerine kalem oynatmak bendenize düştü.

1842 doğumlu Lafargue evli ama iki çocuk babası değil. Şanını yürütecek çocukları olmasa da – olanlar da yaşadı diyemeden vefat etse de – kayınpederi Karl Marx olduğu için yürüyen bir şanı var. Hakkını yemeyelim rahmetlinin; Fransız uyruklu, Küba menşeli, kayınpederinin deyimiyle “yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif” bu adamın müstakil hayatı da bizatihi bahse değer aslında ama Marx’ın kızıyla evlendiniz miydi oyunun hâkimiyeti hep karşı tarafta oluyor. Gönül rahatlığıyla “olaylar olaylar” ikilemesine indirgenebilecek hareketlilikte bir ömrün şahikasında Lafargue; çalışmayı, çok çalışmayı erdem belleyen düzene akademik lisanda sövdüğü Tembellik Hakkı’nı yazıyor.

19.yüzyılda üstadı harekete geçiren “çalışma hakkı” ile başlayıp sonrasında çığırından çıkan çalışma aşkı, yetmezmiş gibi bir de papazından ekonomistine dönemin “sosyetesinin” çalışmayı kutsallaştırması. Ona göre çalışmak insanoğlunun doğasındaki temel dinamiklere külliyen ters ve toplumdaki yozlaşmanın sebebi de bu çalışma tutkusu. Mesela bu illetin pençesine düştüğüne inandığı İspanya için şöyle diyor; “Ne yazık ki şimdi yozlaşan İspanya, bizden daha az fabrika, daha az cezaevi ve kışlası olmakla övünebilir. Ama sanatçı, kestaneler gibi esmer, çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek, gözü pek Endülüslüyü seyretmekten zevk duyar; hele delik deşik capasına görkemle bürünmüş dilencinin Ossuna düklerine amigo diye seslenişi karşısında yüreği yerinden oynar. İçindeki ilkel hayvanın körelmediği İspanyol için çalışma, köleliklerin en berbatıdır.” İfrata kaçmış diye ifrit olmaya yeltenmeyin hemen, ataları “Dinlenmek sağlıktır.” diyen bir milletten çok şey bekliyor sayılmaz.

Kitapta bakanımızın memurları kıyasladığı esnafa da çıkışıyor Lafargue, “Bizim toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir? Toprak sahibi çiftçilerle küçük burjuvalar. Birileri toprakları kapmış, öbürleri dükkânlarına sıkı sıkıya bağlanmış, yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip dururlar, gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç.” Girizgâhı sert de yapsa iyi niyetinin hakkını vermek lazım. Temennisi net; bir soluklanalım, ayaklarımızı uzatıp göğe bakalım istiyor.

Sonra 1770 tarihli, sinirine dokunan bir makaleden alıntıladığı “Endüstrideki yoksullarımız bugün dört günde kazandıklarını altı günde kazanmaya razı olmadıkça, tam iyileşme gerçekleşmez.” nasıl da bugünün aynası gibi duruyor? Hatta belki “Böylece, en az 15 saat sürdüğüne göre, upuzun bir günün yorgunluğuna, bu zavallılar için, sık sık zahmetli gidiş gelişlerin yorgunluğu da ekleniyor. Sonunda, akşamları evlerine uyuma gereksinimiyle yorgun argın dönüyor ve ertesi gün, açılma saatinde atölyelerde bulunmak üzere evden çıkıyorlar, doyasıya dinlenmeden.” derken aslında bizi kastediyor. Ona göre sanayide makineleşmenin akabinde dinlenme süresi uzamalıydı fakat “işçi, dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına çabasını iki kat” artırdı.

Bizim o çok sevdiğimiz, ismimizin yanında çok şık duran popüler tabir “sosyal sorumluluk” da payını alıyor Lafargue’ın gazabından; “Korselerinin içinde sıkışıp kalmış, kunduraları içinde ayakları büzülmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak denli açık saçık bir kıyafetle, yoksullar için birkaç metelik toplamak amacıyla, gecelerce balolarda dönüp dururlar. Sevsinler sizi.”

Nihayetinde üstadın vardığı nokta, bir kere kana zerk edildi miydi en babayiğit bağışıklık sistemini dahi ele geçirdiğine inandığı bu çalışma aşkına, çalışmayı ve üretmeyi öğütleyen, hatta insanın değerini buna endeksleyen bütün herkese – ki Lafargue’a göre bu sınıfa tuttuğunun türevini alan biz iktisatçılar ve endüstri mühendisleri de dâhiliz – karşı durulması gerektiği. Dürüst olayım, onun söylediği “Onların dilini koparıp köpeklere atmak gerekirdi.” ama ben bunun usturuplu bir tefsirini yapamadım, sizin sindirim sisteminize emanet. Lafargue’a kalırsa insanlık özüne bulaşmış bu lekeyi söküp atmalı ve eğer bunu “Sefalet Hakkı’ndan başka bir şey olmayan Çalışma Hakkı’nı istemek için değil de, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacak,” o buna inanıyor.

Lafargue'ın söylediklerine tamamen katılmıyor olabilirsiniz; ama düzenli aralıklarla iç geçiren, bırakıp gitmek isteyen insanlar olarak bütün söylediklerinin karşısında da duramazsınız. Yemezler. Söylediklerine kendi inanmasa yaşı yetmişe varmadan karısıyla birlikte intihar edip ardında şöyle bir not bırakmazdı Lafargue: “Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum.”

Şimdi böyle yazı boyunca tembelliğe iltifat edince aklıma kişisel tarihimdeki ilk ve tek sahne deneyimim geldi. Müsaadenizle şurada biz bizeliğimizi suiistimal edip kapanışı onunla yapayım. Ortaokuldayız, bir avuç öğrencinin önünde de olsa, muhteviyatı itibariyle fıtratıma dair önemli ipuçları barındıran, yani şimdi bu yazıyı yazarken barındırdığını fark ettiğim iki oyun sahneleyeceğiz. Başrol oynadığım iki oyunda da birbirinden çekilmezdim - elbette rol icabı, yoksa lokum gibiliğimden sual olunmaz. Birinde salonun orta yerine kurulmuş, annesinden erik, babasından televizyon kumandası isteyen, gelene gidene çatan bir delikanlıyı, diğerindeyse iş başvurusunda müstakbel patron adayına patronluk taslayan, öğle yemeklerinde ekseriya lahmacun yediğinin altını çizen bir genci canlandırmıştım. Rutin oyuncu işvesidir, mikrofon uzanır uzanmaz başarının sırrı olarak role bürünmenin gerekliliğini, canlandırdığın karakterin ta kendisi olmanın ehemmiyetini muştularlar. Artık ergenlik ihtirasıyla nasıl kaptırdımsa kendimi, hâlâ daha çıkamamışım rolün etkisinden.

Rolünüze, diyorum, çok kaptırmayın kendinizi...



*Bence de çok uzun bir yazı ama bloga değil de okuldaki bir dergiye yazıldı aslen.