Şimdi de sandalyesinin iki tarafından tutup poposunu geriye doğru itti, güya bilgisayarın karşısında biraz da olsa büyüdü. Hatta belki bir an, sadece bir an, üç saniye öncesine kadar yapamayacağını düşündüğü birçok şeyi yapacak kudreti içinde bir yerlerde hissetti. Sonra esnedi, eklem yerlerindeki ve gözlerinin etrafındaki o ekşimsi hissin tadını çıkarıp içinden yaşlandım ben diye geçirdi, gözü bir kalorifer kenarı aradı. Her şey gibi bunu da yarıda bırakıp sebepsizce üç noktayla bitirdiği cümlesine geri döndü.
27.12.12
Yazmamak
Şimdi de sandalyesinin iki tarafından tutup poposunu geriye doğru itti, güya bilgisayarın karşısında biraz da olsa büyüdü. Hatta belki bir an, sadece bir an, üç saniye öncesine kadar yapamayacağını düşündüğü birçok şeyi yapacak kudreti içinde bir yerlerde hissetti. Sonra esnedi, eklem yerlerindeki ve gözlerinin etrafındaki o ekşimsi hissin tadını çıkarıp içinden yaşlandım ben diye geçirdi, gözü bir kalorifer kenarı aradı. Her şey gibi bunu da yarıda bırakıp sebepsizce üç noktayla bitirdiği cümlesine geri döndü.
3.12.12
Eller ve enseler
Yaptığımız, romanları YKY'den yayınlanmış bir hocamızın etrafına üç dört kişi toplanıp bize ayrılan bir buçuk saat zarfında öykü konuşmak ve konuşmaktan arda kalan sürede nacizane bir şeyler karalamak. Dedim ki madem yazıyoruz ve yazdığımız okunsun istiyoruz, koyayım yazdıklarımı bloga. Yarım saatte yazılmış öyküden ne beklenir bilmiyorum. Hem ben kendi yazdığıma kefil miyim? Sanmıyorum. O yüzden bu noktada kanal değiştirmek serbest, ama darılmama sözü de veremem.
Geçen hafta diyalog üzerine konuştuk. Sonra da içi mesleklerle dolu bir poşetten iki tanesini rastgele seçip bu iki adamcağız asansörde kalsa ve onları sadece konuşturarak bir öykü yazmaya kalksak ne çıkarın peşine düştü. Bana falcı ile berber çıktı. Yazması çok zevkliydi, okuyandan aynı hazzı almasını beklemek abesle iştigal olur. Tabi bu benim beklemeyeceğim anlamına gelmez.
Eller ve Enseler
17.11.12
Ehemmiyet Kemeri
3.7.12
Short, Very Short Story
The next day I bought twenty more books.
2.7.12
From Graham Bell to Lady Gaga: Telephone
Alexander: Hi… Stranger!?!
Me: It's me, Cüneyt.
Alexander: Hmm… I don't really remember, but let's say you are. How did you get my number?
Me: Well, there aren't many phone numbers around these days, are there? I have a question for you, other than the one I've just asked, which was a rhetorical question by the way.
Alexander: Okay, I'm listening…
Me: Why did you do it?
Alexander: Do what?
Me: Pick your nose at Mabel's birthday party?
Alexander: Oh my God! How did you see that? I though no one was around.
Me: BAZINGA! I was joking. I haven't seen you, although you may want to be careful next time you do that, because not everyone in 19th century is myopic like me.
Alexander: Oh, thank God. Could you please not tell anyone I did that at Mabel's birthday party? I don't want her to hear that, because I kind of have feelings for her. So, anyways, what were you going to ask me then?
Me: Why did you invent telephone? Or whatever it is you call it.
Alexander: Well, I told you, I have got feelings for Mabel and seems like I can't talk to her in person, so I thought this thing you call "telephone" might help.
Me: Who are you? Raj Koothrappali?
Alexander: What? Who is Raj?
Me: Oh, never mind. So you are into that Mabel girl? Really? Mabel?
Alexander: The heart wants what the heart wants, Cüneyt.
Me: I see. Well, did you try sending her a letter? I mean that's a good way of communication too. You didn't have to invent telephone for that.
Alexander: Nah, I can't send her a letter, her father would find it. The guy is a stalker. Or a lawyer. They are the same to me.
Me: I see. Well that sounds like a pretty acceptable reason.
Alexander: Yeah, it is. But hey, look, I have to run now. I have to go to Boston as soon as possible, apparently some guy called Elisha Gray has also invented the telephone too. I have to do something about it. But I will give you a call later, okay?
Me: Alright then. Good luck.
See, I told you. When it comes to talking on the phone, I'm ready to accept anything, no matter how differently I actually think.
Moral of the story: You have got something to say to me? Don't call me. Ever.
Oh, wait, my phone is ringing. It's Alexander.
Alexander: Hey, before I leave, how did you get a phone? I mean I've just invented it and Mabel is the only one who has one.
Me: Haha! Well, obviously, she has feelings for me.
17.5.12
Okula Veda Yazısı: Bak Gidersem Dönmem
1.4.12
Makable Şamil Olmama
11.3.12
Teşne, efdal, peyderpey
Gidesim var hafız, çok fena. Trenlere binesim, uçaklardan inesim var. Ucuz mu ucuz hostellerde sair milletten insanla hasbihal edesim, gül gül ölesim, mektup arkadaşı olasım var. Dilime a-acayip kelimeler ilişip duruyor, halimi bazen en iyi onlar anlatıyor. Ama umumiyetle bön bön bakılan oluyorum, hop denilen portakala bağlıyorum. Teşne demekte zorlandı evvelsi gün çok sevdiğim birisi. Başkası peyderpey dedi geçen yaz. Efdal daha bugün oturdu kafamda.
Bense sevmelere dünden teşneyim. Dünler bugünlerden efdal ama çok sevgili yarınlar tercih sebebi. Dertler mi? Onlar da peyderpey bitecek.
8.1.12
Tembellik Hakkı: Homini de Gırtlak, Pufidi Kandil, Tumba Yatak *
Masasının altında yarı dokunmatik telefonuyla oynayan güvenlik görevlileri, evvelsi akşam kaçırdığı diziyi ertesi gün önündeki bilgisayardan yakalayan danışma çalışanları, art arda bilmem kaçıncı odayı tekrar ve aynen temizlemekten bıktığı için televizyon odalarında ayaklarını uzatıp evlilik programlarına dalan yurt temizlik görevlileri... Meslek nevinden muamele görmese de pekâlâ mesai saatleri olan öğrencilik, amfilerin arka sıralarında okuduğumuz dergiler; sene başından ilan ettiği iki saatlik derslerden birini sırf canı çekmediği için o hafta işlemeyen akademisyenler... Nihayetinde bir üstü tarafından kendisine yüklenmiş sorumluluktan canı yapmak istemediği için kaytaran herkes, onların paşa gönülleri, sonra keyifleri ve dahi kâhyaları... Tembelliği bir hak olarak görenler, o kadar haklılar ki!
Konuya destursuz girmiş de olsam, ilk paragrafta bahsi geçen haletiruhiyeye aşina olanlarınızın mütebessim bir yüz ifadesiyle kafa salladığından eminim. Üçüncü Kat aylık yayınlanan bir dergi olduğundan ve ülkece çokça sansasyon cevherine sahip olduğumuzdan yapacağım son kıllanma tarihi geçmiş bir meseleyi ısıtıp önünüze koymak olacağı için beni mazur görün. Ama işte kan insanın beynine bir kere sıçradı mıydı da...
Kondisyonsuz yakalananlarınızın sakatlanma ihtimalini ortadan kaldırmak için önce bir meseleye ısınalım. Bu yıl içerisinde, Enerji Bakanımız muhtelif mecralarda biz müstakbel mezunları da yakından ilgilendiren açıklamalar yaptı. Bunlardan biri mevzubahis Türkiye’nin kalkınması olduğunda gerekirse 16 – 18 saat çalışabileceğimizdi. Bir diğeri gün ışığından daha fazla faydalanabilmek için mesai başlangıcını 6 – 7 civarına çekme fikriydi. Bunun ardındaki motivasyon fikrin kendisi kadar kayda değer: hâlihazırda esnaf böyle yaşıyorken memurun erken yatıp erken kalkmaması için hiçbir sebep yok. Yokmuş. Son öneri ise cumartesilerin de mesaiye dâhil edilmesi. Ülkede çalışmak bu denli övülünce ve de dinlenmek, dinlenmeyi istemek böylesine yerilince aklıma Paul Lafargue ve Tembellik Hakkı kitabı geldi. Rahmetli burada olsa yumruğunu masaya çekinmeden vururdu da işte… Haliyle kitabını okuyup üzerine kalem oynatmak bendenize düştü.
1842 doğumlu Lafargue evli ama iki çocuk babası değil. Şanını yürütecek çocukları olmasa da – olanlar da yaşadı diyemeden vefat etse de – kayınpederi Karl Marx olduğu için yürüyen bir şanı var. Hakkını yemeyelim rahmetlinin; Fransız uyruklu, Küba menşeli, kayınpederinin deyimiyle “yakışıklı, zeki, enerjik ve sportif” bu adamın müstakil hayatı da bizatihi bahse değer aslında ama Marx’ın kızıyla evlendiniz miydi oyunun hâkimiyeti hep karşı tarafta oluyor. Gönül rahatlığıyla “olaylar olaylar” ikilemesine indirgenebilecek hareketlilikte bir ömrün şahikasında Lafargue; çalışmayı, çok çalışmayı erdem belleyen düzene akademik lisanda sövdüğü Tembellik Hakkı’nı yazıyor.
19.yüzyılda üstadı harekete geçiren “çalışma hakkı” ile başlayıp sonrasında çığırından çıkan çalışma aşkı, yetmezmiş gibi bir de papazından ekonomistine dönemin “sosyetesinin” çalışmayı kutsallaştırması. Ona göre çalışmak insanoğlunun doğasındaki temel dinamiklere külliyen ters ve toplumdaki yozlaşmanın sebebi de bu çalışma tutkusu. Mesela bu illetin pençesine düştüğüne inandığı İspanya için şöyle diyor; “Ne yazık ki şimdi yozlaşan İspanya, bizden daha az fabrika, daha az cezaevi ve kışlası olmakla övünebilir. Ama sanatçı, kestaneler gibi esmer, çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek, gözü pek Endülüslüyü seyretmekten zevk duyar; hele delik deşik capasına görkemle bürünmüş dilencinin Ossuna düklerine amigo diye seslenişi karşısında yüreği yerinden oynar. İçindeki ilkel hayvanın körelmediği İspanyol için çalışma, köleliklerin en berbatıdır.” İfrata kaçmış diye ifrit olmaya yeltenmeyin hemen, ataları “Dinlenmek sağlıktır.” diyen bir milletten çok şey bekliyor sayılmaz.
Kitapta bakanımızın memurları kıyasladığı esnafa da çıkışıyor Lafargue, “Bizim toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir? Toprak sahibi çiftçilerle küçük burjuvalar. Birileri toprakları kapmış, öbürleri dükkânlarına sıkı sıkıya bağlanmış, yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip dururlar, gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç.” Girizgâhı sert de yapsa iyi niyetinin hakkını vermek lazım. Temennisi net; bir soluklanalım, ayaklarımızı uzatıp göğe bakalım istiyor.
Sonra 1770 tarihli, sinirine dokunan bir makaleden alıntıladığı “Endüstrideki yoksullarımız bugün dört günde kazandıklarını altı günde kazanmaya razı olmadıkça, tam iyileşme gerçekleşmez.” nasıl da bugünün aynası gibi duruyor? Hatta belki “Böylece, en az 15 saat sürdüğüne göre, upuzun bir günün yorgunluğuna, bu zavallılar için, sık sık zahmetli gidiş gelişlerin yorgunluğu da ekleniyor. Sonunda, akşamları evlerine uyuma gereksinimiyle yorgun argın dönüyor ve ertesi gün, açılma saatinde atölyelerde bulunmak üzere evden çıkıyorlar, doyasıya dinlenmeden.” derken aslında bizi kastediyor. Ona göre sanayide makineleşmenin akabinde dinlenme süresi uzamalıydı fakat “işçi, dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına çabasını iki kat” artırdı.
Bizim o çok sevdiğimiz, ismimizin yanında çok şık duran popüler tabir “sosyal sorumluluk” da payını alıyor Lafargue’ın gazabından; “Korselerinin içinde sıkışıp kalmış, kunduraları içinde ayakları büzülmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak denli açık saçık bir kıyafetle, yoksullar için birkaç metelik toplamak amacıyla, gecelerce balolarda dönüp dururlar. Sevsinler sizi.”
Nihayetinde üstadın vardığı nokta, bir kere kana zerk edildi miydi en babayiğit bağışıklık sistemini dahi ele geçirdiğine inandığı bu çalışma aşkına, çalışmayı ve üretmeyi öğütleyen, hatta insanın değerini buna endeksleyen bütün herkese – ki Lafargue’a göre bu sınıfa tuttuğunun türevini alan biz iktisatçılar ve endüstri mühendisleri de dâhiliz – karşı durulması gerektiği. Dürüst olayım, onun söylediği “Onların dilini koparıp köpeklere atmak gerekirdi.” ama ben bunun usturuplu bir tefsirini yapamadım, sizin sindirim sisteminize emanet. Lafargue’a kalırsa insanlık özüne bulaşmış bu lekeyi söküp atmalı ve eğer bunu “Sefalet Hakkı’ndan başka bir şey olmayan Çalışma Hakkı’nı istemek için değil de, her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak için yaparsa, dünya, yaşlı dünya sevinçten titreye titreye, içinde yeni bir evrenin zıpladığını duyacak,” o buna inanıyor.
Lafargue'ın söylediklerine tamamen katılmıyor olabilirsiniz; ama düzenli aralıklarla iç geçiren, bırakıp gitmek isteyen insanlar olarak bütün söylediklerinin karşısında da duramazsınız. Yemezler. Söylediklerine kendi inanmasa yaşı yetmişe varmadan karısıyla birlikte intihar edip ardında şöyle bir not bırakmazdı Lafargue: “Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum.”
Şimdi böyle yazı boyunca tembelliğe iltifat edince aklıma kişisel tarihimdeki ilk ve tek sahne deneyimim geldi. Müsaadenizle şurada biz bizeliğimizi suiistimal edip kapanışı onunla yapayım. Ortaokuldayız, bir avuç öğrencinin önünde de olsa, muhteviyatı itibariyle fıtratıma dair önemli ipuçları barındıran, yani şimdi bu yazıyı yazarken barındırdığını fark ettiğim iki oyun sahneleyeceğiz. Başrol oynadığım iki oyunda da birbirinden çekilmezdim - elbette rol icabı, yoksa lokum gibiliğimden sual olunmaz. Birinde salonun orta yerine kurulmuş, annesinden erik, babasından televizyon kumandası isteyen, gelene gidene çatan bir delikanlıyı, diğerindeyse iş başvurusunda müstakbel patron adayına patronluk taslayan, öğle yemeklerinde ekseriya lahmacun yediğinin altını çizen bir genci canlandırmıştım. Rutin oyuncu işvesidir, mikrofon uzanır uzanmaz başarının sırrı olarak role bürünmenin gerekliliğini, canlandırdığın karakterin ta kendisi olmanın ehemmiyetini muştularlar. Artık ergenlik ihtirasıyla nasıl kaptırdımsa kendimi, hâlâ daha çıkamamışım rolün etkisinden.
Rolünüze, diyorum, çok kaptırmayın kendinizi...