22.6.11

hislerrail

tintin by my photos books
tintin, a photo by my photos books on Flickr.

Yine böyle bir gün Münih'ten Karlsruhe'a doğru gidiyoruz, oradan da nasipse ilk hedefimiz Basel. Bir yandan çok sevdiğim bir blogu okuyup bir yandan Barcelona'daki kırmızı otobüslerden hatıra kırmızı kulaklığımdan dünyanın en cızırtılı Two-headed Boy'unu dinlerken, ben dedim, niye bloga yazmıyorum ki? Hiç beklemeden yeni nota girdim, en yakın internet fasilitesinde yayınlamak kaydıyla yazmaya koyuldum.

Geçen cuma, sözlük anlamıyla son dakikada yetiştiğimiz Lizbon-Porto treni olmasa olmayacak bir maceranın orta yerindeyiz. Ayrılıklara hiç gelemem, mevzubahis Lizbon olunca iyice fena olurum. Oldum da...

Paris, her türlü güzel sıfata fazlasıyla layık ama işte bizi Lizbon'dan ayırdığı için suçlu. Yine de şipşak Paris turu, hele hele de Olek gibi bir rehberle olunca, çok iyi geldi. Doğrudur, kalacak yer olarak Olek'in mutfağı en iyi seçenek olmayabilir ama onun tatlı diline güler yüzüne değerdi.

Brüksel'den evvel Brüksel'e nasıl vardığımız önemli. Bir takım maintenance'lar sebebiyle hiç duymadığımız bir yerde inip bir süre muhitte gezindikten sonra gardaki kafede dünyanın en güzel kahvaltısını yapmamız kayda değer bir ayrıntıydı. Üstüne bir de yanlışlıkla First Class'ta yolculuk yapmamız da cabası. Bu arada yeri gelmişken Brüksel'in kendisinden de şikayetçiyim hakim bey! Zira duvarlardaki Tintin resimlerinin peşine takılıp şehri gezmeye kalkmak bence de çok güzel bir fikirdi. Ha bi de Brussels, where the rain is typical.

Amsterdam'a biraz kırgınım izninizle. Kanal fikri bence de muito bem, kaldı ki o kadar çok bisikleti kim nerde görmüş? Ama bizzat şehrin kendisinin övündüğü şeyler beni hiç etkileyemedi. Redlight district'e gittim diyemem mesela, onda başkalarının gördüğü lüzumu göremedim. Hem zaten kırmızı ışıklarda durmuyor muyduk? Yine de sulak yer iyi geldi. Lakin öne eğilen binalar kendimize ne oldum değil ne olacağım sorusunu sordurmalı, müsait bi vaktimizde.

Münih bir acayipti. Biz Melih'le her yere yürüyelim diye tutturunca, hauptbahnhof ile Allianz Arena arasındaki mesafeyi de hesap edemeyince olanlar oldu. Bir yerden sonra varsa yoksa U-bahn. Yalnız o stad nasıl bir stad? Onu tasarlayan mimarlar nasıl mimarlar? Hem sonra bunu görenlere ne olur diye hiç mi tasalanmadılar? İlginç. Muhtelif duraklarda soluklanıp gerekli mukayeseleri de yaptıktan sonra Marinplatz'ın önünde Cey'le buluşma fikri bence de güzeldi, iyi ki yapmışız. Ertesinde yediğimiz döner de zaten uzun zamandır yediğimiz en güzel şeydi. Tabi Travesseiros de Sintra'ları tenzih etmeli. Ettim gitti.

Interrail zor zanaat. Bu gece Basel, ardından Bern, sonra da İtalya derken Pazartesi gelecek ve Lizbon'a geri döneceğiz. Çok değil, bir gün sonra da Türkiye'ye kesin dönüş. Can sıkan tarafı da kesinliği zaten. Parissizliğe bir şekilde katlanılır. Barselona özlemi Woody Allen'la giderilir. Ki Amsterdam hiçbir zaman bizim olmamıştı. Hem Brüksel sen bi saniye dur Allah'ını seversen. Ama Lizbon? Lizbon'dan gidilmez ki...

Yazının Sezen'le biteceği tuttu. Güzel soru: Unuttun mu beni, her şeyimi? Sildin mi bütün izlerimi?

Cevabın evetse: O sahil? O ev? O ada? O kırlangıç da mı küs bana?

Cevabın hayırsa: Sanırdım ki aşklar ancak filmlerde böyle.

Öptüm,
Cüneyt

Hiç yorum yok: