Yüksek lisansın aksine yazma atölyesi gitgide ilginçleşiyor. Bu hafta saygıdeğer hocam bizden kendimizi dışarıdan izlediğimiz bir öykü yazmamızı istedi. Karşılaşmaz olaydım, çok çekilmez bir adammışım.
Yazmamak
Sandviçinden ona yakışmayacak büyüklükte bir lokma aldığında
hayatta babamı öldürmeye en çok yaklaştığım anlar olan akşam yemeklerini
hatırladım. Bugüne kadar kimi çok sevsem, kime hayran kalsam türlü sebepten
hayal kırıklığı yaşamış – ya da yaşamayı başarmış – ama en çok da ağzını
şapırdatanlar tarafından sukutuhayale uğratılmıştım. Bu yüzden bir dahaki sefer
öncekinin yarısı kadar bir lokma aldığında ben şahsen şaşırmadım. Kolay değil,
23 yıl bu adamla yaşadım. Bir bilse benim kaç kere hayal kırıklığına
uğradığımı, defalarca onu öldürmenin eşiğine geldiğimi, ama aslında çok
sevdiğimi…
Elleri klavyenin iki santim üzerinde, gözleri az evvel,
ortada hiçbir neden yokken üç noktayla bitirdiği cümlesinde, birazdan aklına gelmeyen
o ilk cümleye ve aklından bir türlü gitmeyen bir sürü şeye sövecek, kahvesinden
korka korka bir yudum alacak, kafasını kaşıyacak, dilini ağzının içinde
gezdirip bilmediği bir şeyi arayacak ve sonra esneyecek… Ve ben onu sırf bu
tahmin edilebilirliği yüzünden bile öldürebilirim.
Şimdi de sandalyesinin iki tarafından tutup poposunu geriye doğru itti, güya bilgisayarın karşısında biraz da olsa büyüdü. Hatta belki bir an, sadece bir an, üç saniye öncesine kadar yapamayacağını düşündüğü birçok şeyi yapacak kudreti içinde bir yerlerde hissetti. Sonra esnedi, eklem yerlerindeki ve gözlerinin etrafındaki o ekşimsi hissin tadını çıkarıp içinden yaşlandım ben diye geçirdi, gözü bir kalorifer kenarı aradı. Her şey gibi bunu da yarıda bırakıp sebepsizce üç noktayla bitirdiği cümlesine geri döndü.
Onu sevmeyi çok istedim. Denedim de… Kambur sırtı
anlatılmamış öykülerinin habercisidir diye defalarca içimden geçirdim. Kemerli
burnu, dedim, sakalları biraz daha gür çıksa çekici bile olabilir. İstemsizce
hareket ettirdiği sağ el serçe parmağının aslında vaktizamanında çok sevdiği
bir aktörden ödünç aldığı – hatta düpedüz çaldığı – bir takıntı olduğunu bildiğim halde ne ilginç, hayatta böyle
insanlar da mı var dedim. O, önündeki beyaz sayfaya ısrarla boş boş bakıp da
hayatını değiştireceğine inandığı romanı yazdıracak ilhamın böyle bekleyerek
geleceğini düşünürken ben istese yazar ama fazla mükemmeliyetçi demek ki, diye
kendimi teselli ettim. O bir daha esnedi, sağ el serçe parmağı tekrar gidip
geldi, kafasında bir yerler kaşındı durdu, aklı bir kalorifer kenarında,
ağzında ekşi bir kahve tadı ve içinde hep bir ümit; ama işte gelmeyesice ilham
gelmedi.
Onu sevebilmeyi isterdim. Gördünüz, denedim de… ama 23
yıldır, tam 23 yıldır, gelmeyeceğinden adım gibi emin olduğum bir şeyi – o buna
ilham diyor, bense siktir oradan 23 yıldır neyin ilhamı demeyi tercih ediyorum
– evet, gelmeyeceğinden adım gibi emin olduğum bir şeyi – bu arada adım Cüneyt
– bekliyor olmanın, dışarıda bir yerlerde bambaşka bir hayat, mesela belki
ortalama bir iş ama güzel bir kadın, onun mavi gözleri, belirgin elmacık
kemikleri, ince bilekleri; yani ilhamların en büyüğü varken, bir ihtimal de
olsa 23 yıldır gelmeyen şu lanet olasıca ilhamdan yeğken, kimse benden, bu
içine hapsolduğum, ne günah işleyip de bunu hak ettiğimi bilmediğim, sıska,
çirkin, sıkıcı adamı sevmemi beklemesin. İçimde bir yerlerde büyüyen bir
karanlık, bir sıkıntı var. Bundan beni ne 23 yıl sonra yazacağı bir roman ne de
ekseriya üç noktayla bitirdiği cümleleri kurtarır.
Onu öldürmeyi çok istedim. Denedim de…
Aralık '12