11.11.11

InterRail: Gezesim Var Dünyayı Hafız!*

Google, saniyenin onda biri geçmeden hakkında iki milyon yüz binden fazla sonucu önünüze getiriyor. Görseller, United Colors of Benetton reklamlarına has öğrenci kombinasyonlarının tren önlerinde çekilmiş resimleriyle dolu. Yerli malı istatistiklerle durumu izah edersek; bu yazı yazılarken Ekşisözlük’te hakkında otuz dokuz sayfa dolusu ‘entry’ vardı. 'Dürüst, tarafsız, ahlaksız haber' sitesi Zaytung’da hakkında “Avrupa Demiryolları İşletmecileri Türkiye'ye Sert Çıktı: İnterrail Yapmayacaksanız En Baştan Söyleyin!" başlıklı bir haber dahi yayınlanmış. Şakası bile yapılabiliyorsa eğer şöhreti tescillenmiş demektir, ama biz yine de bilmeyenlerin bir sonraki yazıya ışınlanmalarını engellemek maksadıyla tanımımızı yapalım. Yok efendim ben biliyorum diyenler gönül rahatlığıyla uzun atlama yapıp üçüncü paragraftan devam edebilirler.

InterRail, seyyahlığa meraklı Avrupa insanına (dikkat, buna biz de dahiliz!) sınırlarını kesenize göre genişletebileceğiniz bir tarih aralığında, 2.sınıf bütün trenlere ücretsiz binebilme imkanı sağlayan bir bilet türü. Turistik temayüllerle hizmete sunduklarından suiistimali önlemek için ikamet ettiğiniz ülkede kullanmanıza müsaade etmedikleri bu biletin iki çeşidi mevcut: Global Pass ve One Country Pass. İsmine aldanmayın, Global Pass sadece varım diyen Avrupa ülkelerinde geçerli. Neyse ki böyle bir davet durumunda kılkuyrukluk eden ülke sayısı az. One Country Pass ise adından da anlaşılacağı üzere aza kanaat çoğu getirir diyenlerin, hudutları belli olsun da önünü görebilsin isteyenlerin, tek ülke göreyim ama bir uçtan bir ucuna gideyim diyenlerin müstakbel bileti. İşin içinde onca ülke olunca ilk trene atlayıp kafa nereye biz de oraya gitmek sanıldığı kadar kolay olmuyor tabi ama korkulduğu kadar zor olmadığı da kesin. Lakin kuralla, kaideyle, bilumum can sıkıcı detayla ilişiğini tez kesmeyen yazının reytinginin yavan olduğu da bir gerçek. O yüzden biz meselenin bize dair kısmına geçelim.

Geçtiğimiz yıl henüz geçmemişken, biz iki iktisatçı, Beşiktaş'ın şimdiki kadrosunu borçlu olduğu topraklarda, yani Portekiz'deydik. Erasmus bahanesiyle kendimizi legal yollardan sınır dışı ettirmiş olmanın rahatlığından ve de muhtemelen bir daha böyle kolay sınır dışı olamayacağımızdan, yurtdışının da yurtdışı vardır, vardır ama nasıldır, diye merak edip ihtimalleri istatistiki olmayan yöntemlerle hesaplamaya koyulduk. Kendimize iktisatçı diyorsak bir sebebi var, iki muktesit, on günlük şipşak gezimizin muhasebesini günlerce yaptıktan sonra hem eğlenceli hem de hesaplı olanının InterRail olduğuna karar verdik. Sıcak bir Lizbon öğleden sonrasında, kendimizi en yakın tren istasyonuna atıp biletlerimizi aldık.


Trene de binecek olsanız, bu sularda yüzmeye kalktığınızda
yolunuz mutlaka Ryanair'la kesişiyor. Binenler bilir, bilmeyenler de ne olur binmesin; Ryanair sizi Paris diye, Paris'in seksen beş kilometre kuzeyinde, Beauvais diye bir yere götürüyor. Bunun canınızı sıkmasına izin vermeyin, zira bir kez varıldı mıydı Paris, uğrunda çekilecek her türlü çileye değer. İki günlük şipşak Paris turu, hele hele de baba tarafından Fildişi Sahilli, annesi Polonyalı Olek'in bize mutfağındaki kanepeyi açması, yetmezmiş gibi bir de onun o nevi şahsına has rehberlik anlayışı, toplu taşımanın cümlesine karşı nefreti ve yürümeye olan sarsılmaz inancı sayesinde iyice unutulmaz oldu. Burada bir parantez açmak lazım, böyle son dakika gezmelerinde kalacak yer büyük sorun olabiliyor. Biz bir arkadaşın arkadaşı sıfatıyla kendimize Olek’in mutfağında yer bulduysak da siz bu kadar şanslı olmayabilirsiniz, Murphy Yasaları en nihayetinde... Gitmeden evvel hatırı sayılır bir Hostelworld taraması, hatta cesaret edebilirseniz Couchsurfing açılımı bile gerekebilir.


Benim için yolculuklar Camera Obscura şarkılarına tekabül eder. O yüzden bir Pazar sabahı Paris’ten trene biner binmez elim Ipod’a gitti. Bir de açtığınız şarkı arka plana cuk oturur, o günün ve o anın izahını çok güzel yaparsa bambaşka hissedersiniz. Tam da o gün, kaç yıldır sıkılmadan dinlediğim, ismiyle müstesna Let’s Get Out of This Country albümünü bizzat bir ülkeden ayrılırken dinlemem davete icabete girer.

Sonraki durağımız Brüksel, Paris’ten hemen sonra geldiği için haksız rekabetin gazabına uğramış olsa da nihayetinde hakkettiği değeri gördüğü kanaatindeyim. Çizgi filmleriyle ünlü bu şehri, duvarlardaki Tintin resimlerinin peşine takılıp gezmeye kalkmak, gezimizi “Vay be adamlar yapmış.” sığlığından kurtarıp ıhlamur kokulu Brüksel yollarını ayrıca sevdirdi. Şehre dair bir başka güzel ayrıntıysa üzerinde "Brussels, where the rain is typical." yazan bir kitap ayracına bakarken dışarıda çiseleyen yağmuru gördüğümüz andı.

Aynı şekilde, tren Amsterdam'a varırken, aslında bambaşka bir yeri de kastetse, Travis'in New Amsterdam'ı dinlemek, bir şarkının size yol arkadaşlığı etmesi iyi gelir. Fakat, her şarkı her arka plana oturmadığı gibi, her oturan da mutlu etmez. O sıralar Ipod'unuzda Neutral Milk Hotel'ın baştan sona Anne Frank kokan In the Aeroplane Over the
Sea albümü varsa ve siz Anne Frank House'un tam da önünde Holland, 1945 dinlemeye kalkarsanız bir süre kendinize gelemezsiniz. Sonra o bisikletler, ömrü yüksek yüksek tepelere kurulmuş evlerde, yokuş aşağı top oynanan mahallerde geçen insanı çocukluğundan yakalar, eski defterleri açar. Amsterdam'ın o kendine has “burada her şey mümkün” hissi, görülmeye, gidilmeye değer. Lakin o öne eğilen binalar kendimize ne oldum değil ne olacağım sorusunu sordurur, en azından bize sordurdu.

Tam da böyle dünyadaki bütün haksızlıklara bilenmiş bir şekilde Münih'e geçince ve trenden iner inmez polisler yolumuzu kesince benim inmezden evvel yaptığım "HitlerRail" şakam sebebini bulur gibi oldu. Lakin işte bir Allianz Arena gerçeği var ki her türlü kötü hissi unutturur. Beraber yolculuk yaptığımız Amerikalıların Türkiye'de hangi dili konuştuğumuz sorusunuysa biz çoktan unuttuk.

Ardından Alain de Botton’un üzerine methiyeler düzdüğü İsviçre, onun “sıkıcı kentlerinin büyüleyiciliği.” Dakikliği ve saatleriyle ünlü bu ülkede merak ettiğim, hangisinin hangisinin sebebi, hangisinin hangisinin sonucu olduğu. Basel, Avrupa’nın geri kalan topraklarında tutunamayan Türk futbolcuların olduğu gibi bizim de ilk durağımız oldu. Turistik olarak İsviçre’nin geri kalanıyla bence yarışamasa da gittiğinize pişman da etmez. Başkent Bern, İsviçre’nin başına gelen en güzel şey. Etrafı Aare Nehri’yle sarılmış Old Town, ömrümüzün geri kalanını seve seve geçirebileceğimiz nadir muhitlerden. Ayak bileği hizasındaki su ne kadar yükseğe çıkabilir merak ediyorsanız Cenevre’ye, Almanca’dan Fransızca’ya tatlı geçişe kulak misafiri olmak istiyorsanız Lozan’a gitmenizde fayda var.

Sonraki ve son durağımız Roma’da gardan dışarı kulağınızda Phoenix’in Rome’uyla çıkabilirsiniz. Biz öyle yaptık, oldu. Şair çok iyimser olduğundan size İtalyanların Avrupa’nın geri kalanıyla, bilhassa da önceki durağınız İsviçre’yle, uzaktan yakından alakası olmayan salaşlığından, trenlerin gecikmesi şöyle dursun, gelmemesinin bile gelmesi kadar normal olduğundan bahsetmemiş olabilir. Ama gerçekler de orada siz tecrübe edesiniz diye durur.

Nihayetinde biz böyle iki kafadar, sırt çantalarımızdan müteşekkil, üçüncüsü mütemadiyen değişen on günlük gezimizde burnumuzu bilmediğimiz şeylere çok fazla sokmadan ama bilmediğimizi bilmeye çalışmaktan da geri durmadan, tadı damağımızda kalan bir yolculuk yaptık. Paris’e de gittik beraber, Amsterdam’da da yaşadık. Sorun şehirlerden ziyade bir gün gelip de ait olduğumuz topraklara dönmek zorunda olmamızdaydı.

Hayatı tecrübelerle doldurulması gereken bir boşluktan ziyade eksikliklerden ibaret bir bütün olarak görmeye başladığınızda, yapmak istediğiniz bir sürü şey çok daha mümkün geliyor. Siz demirden

korktuğunuz için trene binmiyor olabilirsiniz. Sizce meşhur atasözümüz aslında şöyle olsa daha iyi de olabilir: “Çok okuyan değil, Google bilir.” Google Earth’ün çöp adamı ve sokak görünümü opsiyonu varken çantanı sırtına, pasaportunu kıyafetinin yedi kat içine ve fotoğraf makinanı boynuna asıp yollara düşmeye ne gerek var, diye de düşünebilirsiniz. Anlarım, anlamaya çalışırım. Ama hakikaten, Tracyanne Campbell “Let’s get out of this country, I’ve been so unhappy.” deyince ayaklanasınız gelmiyor mu? Nasıl yani, Sıla “Hadi kalk gidelim, hemen şu anda.” deyince bile mi?


*Bu yazıyı okulda yayınlanan bir dergiye yazdım. O yüzden bazı kısmı tekrar gibi gelebilir ama istedim ki burada da bir nüshası bulunsun. Affola.

Hiç yorum yok: