Külotlu Çorabın Öyküsü
-
Do you have a boyfriend?
-
Not really, no.
-
Hmm, you got room for one in your life?
-
Not really, no.
Sonra ne oldu, hatırlamıyorum. Belki rahatsız edici bir
sessizlik veya o sırada kahveler soğudu. Belki bugüne kadar yaptığı bütün
çıkarımların, vardığı bütün sonuçların kendi salaklığı olduğuna karar verdi.
Diğeri en iyi “gunaydin” demeyi bildiği bir dilde defalarca özür diledi,
kendine kızdı, aradaki kültür farkını, karşı tarafın leb demeden leblebiye
teşne fıtratını nasıl da unuttuğunu düşündü. Sonra ne oldu, hakikaten
hatırlamıyorum.
Şipşak lafa girmek olmaz, bari ben kimim, nereden gelirim
onu söyleyeyim. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki öyle ahım şahım bir Türkçem
yok. Duyduğumu pekala anlasam da ne söylediğim tam da söylemek istediğim ne de
söylediklerim söyleyemediklerim. O yüzden boşlukları siz doldurun.
Yanlış hatırlamıyorsam 2008 yılının kışıydı. Vietnam’da bir
fabrikadan çıkıp Paris’te bir dükkana götürülmüştüm. Belki altı ay bekledim
aynı rafta. Sonra sezon fiyatımın yanına yaklaşamayacak bu kadın aldı beni.
İndirimi görünce gözlerinin içinin parlayışını görmeliydiniz, sürtük!
Çok eskitti beni, içime kaç kez o şişman, çarpık bacakları
girdi çıktı. Kaç kez o biçimsiz kalçalarını sardım, dikişlerim acıdı. Her
seferinde sökülesim, mümkünse göstermekten pek hazzettiği kalça nahiyesinden
kaçasım geldi. Ama bir köşeye atılma, alttan ikinci çekmecelere hapsolma
ihtimalimi gururuma yediremedim.
Külotlu çorap olmanın da kendine göre zorlukları var, öyle
demeyin. Ne tam bir külot ne de çorapsınız bir kere. Oysa ne kadar istedim,
bilekte başlayıp kalçada biten bir aksesuar olmayı, şişman kaba etinden ve
ekseriya kokan ayaklarından uzak durmayı...
Ama olmadı. Ne gidebildim ne de kalabildim. Bu bacaklarla ne
şehirler gezdim, ne bavullarda yaşadım, ne kirli çamaşırlara katlandım. Komik
gelebilir, ama hiçbir pantolonla seyahat etmeyeniniz halimden anlamaz.
Böylesine dırdırcı bir eşya daha bulamazsınız. Belki aynalar... Evet, aynalar
da konuşur. Her şey konuşur, sadece siz duymazsınız. Yaz akşamlarında
televizyon sehpasından veya vitrinden gelen sesleri sonradan icat ettiğiniz
bilimlerle açıklıyorsunuz ya hani, aslında onların hepsi bizim konuşmalarımız.
Televizyon sehpası sırtı ağrıdığından şikayet ediyordur muhtemelen, çalışma
masası altına durmadan sümüğünü yapıştıran evin küçük oğlundan. Yere düşüp
duran kaleminizin, mesela, hakikaten intihar etmeye çalıştığını düşündünüz mü
hiç?
Ne külot ne de çorap olabildiğimden kimsem yok benim.
Çoraplar için çok varoş, külotlar içinse çok züppeyim. Varlığımı
anlamlandıramıyorum, gitsem yokluğum hissedilir mi onu da bilmiyorum.
Ben size bunları anlatırken bu şişko bacaklar beni bir eve
götürdü. Az evvel bir yatağa uzandık. Bu hissi, olacakları biliyorum. Üzerimde
eller gidip geliyor, birazdan tanımadığım dudaklar üzerimde gezecek. Artık
dayanamıyorum, gitmek istiyorum. Sonum alttan ikinci çekmece veya mutfaktaki
çöp kutusu olacak olsa da hoşçakalın.