28.2.13

Çoraplar kalsın.

İkili ilişkilerde hasılası hüsran da olsa sözlük anlamıyla eski defterleri açmanın kendine has güzellikleri var. Dönem başlayalı üç hafta olmuş - hafife almayın, bir yüksek lisans öğrencisi için malum şemsiye eşiğidir - üç hafta geçmesine rağmen benim ne tuttuğum not ne de tahtada gördüğüm aslında anladığım. Neyse ki ben buraya şikayet veyahut itiraf etmeye gelmedim. Evvelsi gün bir vesileyle eski bir defteri açmam gerekince geçen dönem atölyede yazdığım bir başka öyküye denk geldim. Olay şu: hoca "külotlu çorap" deyip olay mahallini terk etmiş, bize bir külotlu çorabın başına gelebilecekleri yazmak kalmış. Buraya koyayım, bütün eski defterlerin hüsranla son bulmadığına delalet etsin.

Külotlu Çorabın Öyküsü


-          Do you have a boyfriend?
-          Not really, no.
-          Hmm, you got room for one in your life?
-          Not really, no.

Sonra ne oldu, hatırlamıyorum. Belki rahatsız edici bir sessizlik veya o sırada kahveler soğudu. Belki bugüne kadar yaptığı bütün çıkarımların, vardığı bütün sonuçların kendi salaklığı olduğuna karar verdi. Diğeri en iyi “gunaydin” demeyi bildiği bir dilde defalarca özür diledi, kendine kızdı, aradaki kültür farkını, karşı tarafın leb demeden leblebiye teşne fıtratını nasıl da unuttuğunu düşündü. Sonra ne oldu, hakikaten hatırlamıyorum.

Şipşak lafa girmek olmaz, bari ben kimim, nereden gelirim onu söyleyeyim. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki öyle ahım şahım bir Türkçem yok. Duyduğumu pekala anlasam da ne söylediğim tam da söylemek istediğim ne de söylediklerim söyleyemediklerim. O yüzden boşlukları siz doldurun.

Yanlış hatırlamıyorsam 2008 yılının kışıydı. Vietnam’da bir fabrikadan çıkıp Paris’te bir dükkana götürülmüştüm. Belki altı ay bekledim aynı rafta. Sonra sezon fiyatımın yanına yaklaşamayacak bu kadın aldı beni. İndirimi görünce gözlerinin içinin parlayışını görmeliydiniz, sürtük!

Çok eskitti beni, içime kaç kez o şişman, çarpık bacakları girdi çıktı. Kaç kez o biçimsiz kalçalarını sardım, dikişlerim acıdı. Her seferinde sökülesim, mümkünse göstermekten pek hazzettiği kalça nahiyesinden kaçasım geldi. Ama bir köşeye atılma, alttan ikinci çekmecelere hapsolma ihtimalimi gururuma yediremedim.

Külotlu çorap olmanın da kendine göre zorlukları var, öyle demeyin. Ne tam bir külot ne de çorapsınız bir kere. Oysa ne kadar istedim, bilekte başlayıp kalçada biten bir aksesuar olmayı, şişman kaba etinden ve ekseriya kokan ayaklarından uzak durmayı...

Ama olmadı. Ne gidebildim ne de kalabildim. Bu bacaklarla ne şehirler gezdim, ne bavullarda yaşadım, ne kirli çamaşırlara katlandım. Komik gelebilir, ama hiçbir pantolonla seyahat etmeyeniniz halimden anlamaz. Böylesine dırdırcı bir eşya daha bulamazsınız. Belki aynalar... Evet, aynalar da konuşur. Her şey konuşur, sadece siz duymazsınız. Yaz akşamlarında televizyon sehpasından veya vitrinden gelen sesleri sonradan icat ettiğiniz bilimlerle açıklıyorsunuz ya hani, aslında onların hepsi bizim konuşmalarımız. Televizyon sehpası sırtı ağrıdığından şikayet ediyordur muhtemelen, çalışma masası altına durmadan sümüğünü yapıştıran evin küçük oğlundan. Yere düşüp duran kaleminizin, mesela, hakikaten intihar etmeye çalıştığını düşündünüz mü hiç?

Ne külot ne de çorap olabildiğimden kimsem yok benim. Çoraplar için çok varoş, külotlar içinse çok züppeyim. Varlığımı anlamlandıramıyorum, gitsem yokluğum hissedilir mi onu da bilmiyorum.
Ben size bunları anlatırken bu şişko bacaklar beni bir eve götürdü. Az evvel bir yatağa uzandık. Bu hissi, olacakları biliyorum. Üzerimde eller gidip geliyor, birazdan tanımadığım dudaklar üzerimde gezecek. Artık dayanamıyorum, gitmek istiyorum. Sonum alttan ikinci çekmece veya mutfaktaki çöp kutusu olacak olsa da hoşçakalın.