2007 yılının yaza dâhil bir Eylül sabahı, hamuruna fazlaca
duygu zerk edilmiş bir babanın refakatinde bu kampüse gelişimi hatırlıyorum.
Geride çekirdekten biraz büyük bir aileyi bıraktığım için içlenmiş, yıllar
sonra burada hayli geniş bir aileyi inşa edeceğimden habersiz aldığım kararlara
kızıp kendime kurulmuştum.
O günün üzerinden neredeyse beş yıl geçmiş. Hepi topu üç
harfe sığan bir zaman dilimi de olsa, geldiğimde 18 şimdide 23 de olsam, aradan
geçen zamanın kafa kâğıdında zuhur etmeyen izleri var. Yanlış anlaşılmasın,
John Nash abimiz gibi beyazperdeye layık bir hayatımız olmadığının biz de
farkındayız. Hem sanıyor musunuz ki her iktisat öğrencisi ortalıkta “Anlatsam
Nolan olur.” diye geziyor? – tek tük de olsa öyle gezenler de ilgili mercilerce
önce alnı karışlanıp sonra da “Yürügit Jones” damgasıyla postalanıyorlar. Ama
anlatsak roman olacağına dair bir malumatımız da var çok şükür. Bu ne biçim
bilgiçlik, nereden bu malumatfuruşluk demeyin; bunca yıl sadece iktisat
okumadık en nihayetinde!
Lakin yola ilk hedefimiz iktisat olarak çıksak da mezuniyete
beş kala en çok unuttuğumuz şey de iktisat galiba. Hafıza-ı beşer nisyan ile
malul olduğundan ve dahi beyin uzvu, mebzul miktarda lüzumsuz detayı yarın öbür
gün işimize yarayacak üç beş önemli bilginin önüne koyduğundan iktisada dair
iki kelam etmekte zorlanıyorum. Hem öyle, hem de bildiklerimin çoğunun sadece
İngilizcesini biliyorum. Şimdi Türkçesini düşünmeye başlayınca, örneğin, arzın
talebe denk düştüğü, bizim equilibrium siz Türklerinse denge durumu dediği
nokta, aklıma “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” atasözünü getiriyor. Mesela
çok iyi türev alabiliyor, kısıtlı bütçemle hazzımı maksimize etmeye çalışırken
en fazla iki üç iktisatçıyı güldürecek bir “azami haz sınırı” esprisi
yapabiliyorum. Ama zaten – Oyun Kuramı hocamın da belirttiği gibi – gittiğiniz
üniversite, neyi bildiğinizden ziyade nelerin üstesinden gelebildiğinizin
kanıtı değil mi? Hem sırf bu yüzden iş, üniversitede değil de bizatihi işte
öğrenilen bir şey değil mi? O yüzden kafamı bir yığın vize ve finalden geriye
kalanların azlığına takmıyorum.
Ben yüzü tahtaya dönüklerden olarak heybeme çok şey
yükleyemesem de sırtı tahtaya, yüzü bize bakanların bana birçok şey öğrettiğine
sizi temin edebilirim. Saygı denen mefhumun küçükten büyüğe doğru gitmek
zorunda olmadığını, aksi istikamette bir seyrin de söz konusu üniversite olunca
mümkün olabileceğini gördüm ben. İnsanın isminin önünde kaç tane kısaltma
olursa olsun mütevazı olabileceğini, bugüne kadar test çözmeyi öğretme
sığlığında geçen öğrenci-öğretmen ilişkisinde çok daha derin suların varlığını
öğrendim. Yahu benim akşamın bir vakti ertesi günkü makroekonomi vizeme
çalıştıran mikroekonomi hocam oldu, var mı bundan ötesi?
Var. Yaşı kemalden çok daha ötesine erdiği halde koltuğuna
yapışıp kalanları, karşısında yirmili yaşlarında bir sınıf dolusu genç esneyip
dururken sorunu zinhar kendinde aramayanları da burada tanıdım. Maksadı
öğretmekten ziyade çektirmek olanın da bir paragraf evvelki lokum gibi insanlarla
aynı habitatta yasayabildiğini gördüm. Böyle böyle kiminden ne olup kiminden ne
olmayacağımı öğrendim.
Sonra, sıranın öteki tarafındakilerden başka, benimle aynı
sıraları paylaşanlar var. Haritadaki yerini bir çırpıda bulamayacağım, plakası
zaten hak getire şehirlerden çeşit çeşit insanla tanıştım. Türkçenin kelimenin
başına gelmesine müsaade ettiği bütün harflerden isimlerle çeşit çeşit yüzü
eşleştirip kendimce, muhtemelen çoğu haksız, genellemeler yaptım.
Karadenizlileri, mesela, fazlasıyla inatçı buldum; Doğu Anadolulu
üniversitedeki beşinci yılı olmasına rağmen gördükleri karşısında şaşkın,
Akdenizli kanımın en çok çektiği, İzmirliler zaten ezelden torpilli.
Bütün bunlar olurken kahramanız, namıdiğer bendeniz,
Ankara’yı bir türlü sevemedi, bu şehri seveni de hiç anlayamadı. Gıyabında
konuşmak gibi olacak ama karı hiçbir zaman Yılmaz Erdoğan’ın yakıştırdığı kadar
yakıştıramadım bu şehre. Yağmurlu sonbaharını belki ama ayazını hiçbir hisle
bağdaştıramadım. Ya soğuktan bir şey hissedemedim ya da soğuktan mülhemdi bütün
hissettiklerim, ama yekûnu pozitif olamadı bir türlü. Hasılı benim için
Ankara’nın en güzel yanı hep İzmir’e dönüşü oldu.
Ayaklarım geri geri gittiğinden belki, bu şehre son
gelişimde 7 Şubat’ta olan uçağımı 8 Şubat sanıp kaçırdım; o bahaneyle İzmir’de
fazladan iki gün geçirdim. Yine de otobüs yolculuklarını hiçbir şeye değişmem
mesela. Edebi yarıçapı ‘personal space’imi geçmese de bana yazdırdıkları,
yazmasam/yazamasam da hissettirdikleri, çakırkeyif bir polisçe yolumuzun
kesildiği bir gece ve muavin ne istediğini sorunca birkaç saniye düşünüp “Sıcak
kahve!” diyen o amca… Bunlar farkında olmadan hatırımda kalanlardan sadece
birkaçı, bir de adını konduramadığım ama varlığını da inkâr edemeyeceğim, beni
ben yapan bir sürü şey/his.
Diyeceğim o ki anlatsam hakikaten roman olur. Ama ben
yazacak sebatı gösteremem, siz de hak ettiği ilgiden mahrum bırakırsınız
romanımı. Çok güzel söylüyor Sezen, “Bir macera yaşamak dediğin, küçük zamanlar
harmanı, sevindiğin üzüldüğün.” Burada geçen beş yılımda tanıdıklarım,
gördüklerim, tecrübe ettiklerim son tahlilde bir “iyi ki”ler toplamı. Öğrenemediklerimden
ben sorumluyum da öğrendiklerim hep onlar sayesinde, bundan eminim. Bu okulda bana
ayrılan sürenin sonuna geliyorum. Çok sevdiğim bir sözle bitireyim, hak eden
üzerine alınsın: Sen de olmasan...